24 Kasım 2011 Perşembe

Geçmişin Sonu

Freddie’ye ;
Ah, Rock’ın kralı, kraliçesi… İnan bundan 20 yıl önceye gidip doğduğum günü sana hediye etmeyi her şeyden çok isterdim. Büyük ihtimalle kabul etmezdin ama yine de denerdim. Ve bakıyorum da kimse seni tanımıyor bile. Anlamayacak insanlara seni anlatmıyorum zaten, bu yüzden senin hakkında kimseyle konuşmaya cesaret edemiyorum aslında. Ben seni anlayabildim de bir de başkalarına anlatacağım ha! Saçmalık… Bazen düşünüyorum Tanrı bir insana yeteneklerini neye göre seçip de verir diye, ama ne kadar düşünsem de bulamıyorum, son nefesime kadar anlayabileceğimi sanmıyorum da. Bu konu da çok kötüyüm Freddie, Tanrı’yla aram kötü! Ama yine de ne olursa olsun senin özel olduğunu biliyorum. Çünkü Freddie, çünkü dünyada tek olmanı başka nasıl açıklayabilirim ki? Ve bedenin şuan nefes almıyor, kalbin atmıyor olabilir ama adım kadar iyi bildiğim bir şey var; Bulsara, Mercury, renkli Zenzibar’lı, ne olursa olsun ruhunun hala yaşadığı…
 ~
  Çoğu sanatçı senin, sizin şarkılarınızı söylerken akortlarını değiştiriyor, çünkü söyleyemiyorlar. 
Bir konser düşünüyorum. Bu daha önce gerçekleştirilmiş olan eski bir konserin hayali. Rock Montreal… Sahne tam bir Bohemian Rhapsody. Tek fark bu kez seyircilerin arasında bende varım ve o anlara tanık oluyorum. Konser ilerledikçe, sen terledikçe, üstündekileri çıkartıyorsun. Brian kollarını açtığında bir yarasayı andıran kıyafetiyle muhteşem sololarını atıyor. Çoğu zaman o solo atarken sende ayaklığından çıkartmadığın mikrofunu ayaklığıyla birlikte Brian’a tutuyorsun ve gitar çalar gibi ellerini hareket ettiriyorsun. John dans ediyor ve tüm konsantrasyonunu gitarına veriyor. Roger, bir piramidin sonuncu parçası gibi, onun için yapılmış merdivenlerin en tepesinde geri vokalde ve baterisini en iyi şekilde kullanıyor. Somebody To Love ile sevgiye yolculuk yapıp, Don’t Stop Me Now ile 4 dakika tamamen özgürlüğümüze sahip olup, We Well Rock You ile alkışlarımızı konuşturup, We are the Champions ile arkadaşlarına seslenişini ve şarkıların arasında veya sonunda bizi bir konservatuar sınavında gibi hissettiren, o güzel anları yaşıyoruz. Sen ahenkle bağırıyorsun, biz büyük bir coşkuyla senin verdiğin sesin aynısını vermeye çalışıyoruz.
En son, her şeyden sonra, geçmişin sonuna geliyoruz. Show must go on çalmaya başlıyor. Herkes büyümüş ve ortada Freddie’yi göremiyorum. Bende dahil herkesin elinde Freddie Mercury yazan bantlardan var. Olanları algılamaya çalışıyorum. O sırada Show Must Go On’un ilk sözlerini duyuyorum. Empty spaces, what are we livin for? Diğerlerine bakıyorum. Brian ağlıyor gibi. John gergin, Roger’sa kızgın, baterisini her zamankinden daha şiddetle çalıyor. Sesin Freddie’ye ait olmadığını anlamam 2 saniye bile dürmüyor. Bu Elton John… Ama anlayamıyorum, Queen sahnesinde Elton John neden Show Must Go On’u söylüyor. Etrafa bakıyorum, herkes ağlıyor.
 Anlıyorum, parçalar yerine oturdukça anlıyorum. Bu, Freddie’nin ölümünden hemen sonra Freddie’nin anısına yapılan Freddie Mercury Tribute Concert… Gözyaşlarımı tutamıyorum ve elimdeki Freddie Mercury yazılı bandımı kaldırarak çığlık çığlığa kendimi müziğin akışına bırakıyor, Brian’ın, Roger’ın, John’un ve geriye kalan daha milyonlarca insanın acısına ortak olup, ağlamaya başlıyorum. İyi ki doğdun Kraliçe, orada mutlusundur umarım…

 Zeynep Şanlısavaş

18 Kasım 2011 Cuma

Manevi ölüm

Dağların eteklerinden yeşilin arasına kondurulmuş sarı yapraklara benzer hüzün ve Gökyüzün öbek öbek kara bulutlara dönüşmesi...Ölümü anlatacak olsam, yağmurlu kasvetli bir güne benzetirim yada pırıl pırıl bir mevsimin, sonbahara dönüşmesine..
.
Ölünün çaresizliği ve umutsuzluğunu düşünmek bile, gözlerimde dalgalanan bir hüznü çağırıyor...Ölen için her şey bitmiştir lakin kalanlar için, ne sancılı bir başlangıçtır yaşayana...
Ben burda fiziksel ölümden ziyade, manevi ölümü anlatmak istiyorum.Hangimiz yaşamadık ki, en azından bir kez manevi anlamda bizi öldüren acıları!Ya sevdiklerimiz bizi terk etti yada ölüm acısını aratmayacak acılarla başbaşa kalmadık...Yıllarca hatırlamak dahi istemediğimiz zor günlerin sancılarıyla uykusuz gecelerle ve gözyaşlarıyla geçirmedik...Yuvadan atılmış yavru bir kuş gibi çaresizdik zaman zaman, bazende evcil bir köpeğin doğal ortamına terk edilmesi gibi donanmasız kaldık hayatta...
Hiç unutman kıvırcığın, kuyruğuna basılmış bir kedi gibi inlemesini yıllarca, en sevdiğinin, kılıç darbesiyle bir kesik gibi gibi çekip gitmesini hayatından... Fiziksel ölüm gerçektir ve bir tesellisi vardır kadere bağlamak gibi.Manevi ölünüm ne tesellisi nede kaderle bir bağlantısı...Dayanması ve yeniden hayat bulmasının ardından geçen zaman ne zorlu bir süreç! dağılan bir nar gibi parçalandık zaman zaman...Cennetten kovulan bir melek gibi günahkar, yolunu şaşırıp cama vuran bir sinek gibi zavallıydık kimi zaman...

12 Kasım 2011 Cumartesi

Onur

Bazıları zengin olmayı, adam olmak sanır! oysa zengin olmak başkadır adam olmak başka...Görgüyü hiç bilmedikleri halde, kendilerini kaf dağının tepesinden bakar bulur çoğu kez, oysa en büyük düşmanıdır sahip oldukları her şey, en çok da paranın kuludur.Mutlu olmak başkadır, zengin olmak başka, parayla mutlu olduğunu sanırken mutsuzluğun içine batmıştır. Bir insan yoksul doğabilir, hatta yoksul yaşamak durumunda kalabilir, zira kimileri gururu için hizmetçilik yapmaya razı olurken, kimileri etini satmayı tercih eder para uğruna...Bazen bir kadın, kocasının imkanlarından vazgeçemediğinden, yaptığı onca ihanete göz yumarken, başka bir kadın, elinin tersiyle iter ve en zor işlerde çalışarak hayat mucadelesi verir.Çünkü onursuzca yapılan hiç bir şeye katlanamaz. Tanıdığım en onurlu insanlardan biri de Meral ablamdır.Bilirim ki, o açlığa dayanır, yalnızlığa ve terk edilmeye hatta sokağa atılmaya ama onursuzluğa dayanamaz çünkü ölür...Gururu uğruna her şeyden vazgeçebilir...Hayatı acıklı bir hikayedir, engelli bir evladın annesidir, öksüz çocukların ablası, sokak çocuklarının teyzesi ama en önemlisi; Hayatını onurlu yaşayan ve gururu uğruna sevgilerden, aşklardan hatta kendinden bile vazgeçen sayılı insanlardan biridir... Zengin olmak başkadır onursuzca, onurlu olmak başkadır sıradan sade bir hayatta...İkiside kabul görür oysa, kimileri paranın kuludur, kimileri onurunun.Yaradılış ve asalet işidir insan olmak ve insan gibi yaşamak ve adam gibi adam olmak....

11 Kasım 2011 Cuma

küçük hataların büyük kayıpları

Bazen küçük bir hatamızla, tüm hayatımızı mahvederiz.Düşünülmeden yapılmış en küçük hata bizden bir ömür çalar.Oysa bir ömür bize verilmiş sadece bir şanstır.Yaşlılığımız çeşitli pişmanlık ve boşa harcanmış bir hayatın sancılarıyla doludur.Keşke deriz; orda olmasaydım yada evet deseydim!yada hayır!o gün yeniden gelse ve değiştirsem...Kaderle bir bağlantısı varmı? bilmiyorum eğer kaderse bununla yaşamak daha kolay olurdu.Kader değilse, bence çok yazık oldu demekle yetineceğim.Kücücük düşünülmeden yaptığı bir hata yüzünden, kendini bir ömür mutsuzluğa mahkum etmiş o kadar çok insan tanıyorum ki...Kendimle beraber onlar içinde hep üzüntü duydum... Bunun içindir ki bu gün, kendim yada başkaları için alacağım bir karar beni günlerce yorar.Gözlerimi kapatır, beş yıl sonrasını düşünürüm, yaşanmış hayatlardan ve yaşam hakkındaki bildiklerimden yola çıkarak, pek yanıldığım olmadı!nerdeyse görürüm beş yıl sonrasını fakat, kendim için faydalı olabilsemde başkaları hakkında başarılı olduğum söylenemez, yine dinlemezler ve o ölümcül hatayı yaparlar...Oysa anlatmışımdır olacakları birer birer, faydası yok hata yapmaya meyilli olduklarında elimden pek bir şey gelmez, aslında büyükler çoğu kez, zaman makinaları varmış gibi bilgedir hayatta ve keşke dinlemek elimizden gelseydi... Hayatımızın içine ederken her zaman ben farklıyım yanılgısına düşeriz yada ben haklıyım!Artık bunu yapmıyorum en azından bir çok bilge insanı dinleyip en son kararı ben veriyorum.Bizim için en doğru olan elbette kendi doğrularımız belkide, bir çocuk gibi inatçı olmalıyız isteklerimiz doğrultusunda... Hayatımız bize verilen tek şansımızdır ve önce kendi mutluluğumuzu düşünerek hareket etmeliyiz ve mutlu olduğumuzda sağlıklı bir birey haline gelerek etrafımızdaki insanlarıda mutlu ederiz, en önemlisi de sağlıklı ve mutlu, kendimiz gibi çocuklar yetiştirebiliriz.

10 Kasım 2011 Perşembe

Renkli Günler


Siyah-beyaz resimler; üzerinde kırmızıların yeşillerin, bir köpeğin resiyalistinde silinen renkleri, gerçekte renkliydi! hemde çok...Baharda açan yaseminin, çiçeklerini döktüğü güz mevsimi şimdi günler, günlerimiz...Çırılçıplak kalmış bir maraşal gibi, öylece duruyor anlamı yitik ve artık istemekten vazgeçip öylece bıraktığımız anda, vakitsiz sahip olunan, o çok istediklerimiz... Keşke; otuz yaşımıza bıraktığımız onsekiz yaşımızı yada kırkına bırakıp, otuzumuzda beklemeye aldığımız heyecanlarımızı, o an isteyip ulaşamadıklarımızı, aynı heyecanla kavuşma umudumuz olsaydı... Geçmişe baktığımızda; yanımıza kalan, sadece yaşadığımız bir kaç güzel anıdır.Tıpkı şu siyah beyaz resimlerde gülümseyen, bir kareye sığdırılmış bir kaç güzel resim gibi, bize kalan mutluluktur sadece...Kurallara saplanıp kalmadan farklı olduğumuz anlar, belkide monoton günlerin jokeri gibi, kurtarıcıdır çoğu zaman...Tıpkı bir arkadaşıma küsüp, kapıyı çarptığımda geri dönüp;"kahve içelim mi?"dediğim o an dostumun bana sarılması gibidir...Nefret ve kıskançlıktan uzak bir hayat, belkide bizim yakaladığımız güzel anılar gibidir.Yıllarca küsüp kendi kendimi yediğimde, kaçıracağım binlerce kahve molası vardı, binlerce anı ve kahkaha... Sevgileri, mutlulukları ertelemeden ve başkasının hayatını; hatırlanmak istemeyen kötü günlere çevirmeden, empati kurarak en hasarsız atlatmanın yollarını aramalıyız...Hissettiğimiz anda gülümsediğimiz bir an bile istemediğimiz zorla gülümsenen bir yıldan daha değerlidir...