26 Aralık 2011 Pazartesi

Çat kapı gelen adam


Adam ;kapkara yanık yüzüyle dikiliyordu kapımda, bakışları bir ölü'yü andırıyor ağzında anlaşılmaz kelimeler dolaşıyordu...Bu saatte ve bu halde bize gelmesinin sebebi neydi? fazla kurcalamadan buyur ettim eve, annemin evde olması rahatlığıyla, yaralarını sardık ve sıcak bir çay demledik...

Biraz soluklandıktan sonra yüzü aydınlanmış ve yanıkları, küçük bir çocuğun bile inanmayacağı bir mantıksızlıkla anlatmıştı;" ocaktan yanan tül, tutuşup ellerimi yaktı" , gibi! o halde yüzüne ne olmuştu ve bu halde hastahane yerine bizi tercih etmesinin sebebi neydi?

Günlerce kaldı bizde, hiç konuşmadan ve belli bir noktaya bakarak...Onu tanımak imkansızdı... Bir zamanlar eşiyle beraber bize geldiklerinde yaptığımız sohbetler, kahkahalar ve çilingir sofralarını düşündüm bir an, ve ne denli mutlu olduklarını kıskandığım günleri, ayrıldıklarında ne kadar şaşırmış, olamaz !demiştim...

Şimdi yılmış pişman bir adam oturuyordu karşımda, ben çocuklarla ilgilenip vakit geçirdikçe, dolan gözlerle bizi izliyor ve kaçırıyordu bakışlarını....Ama yüzü ! tıpkı cenazeye benziyordu, ölü bakışlar ve tedirgin edici suçlu tavırlar...

Bir sabah gideceğini söyledi, yaraları iyileşmişti bir nevi, balul filan yoktu yanında alıp başını gitti diyebiliriz...

Günler sonra polis dayandı kapıma, oldum olası korkarım polis görünce, utanmasam bir çocuk gibi perdenin arkasına saklanacağım gelir...Onu sordu;
-Nerden tanıyorsun, size ne zaman geldi?, polis her zaman tuzağa düşürür sorularıyla, verdiğin cevaptan kaçış yoktur...Ben bunu bildiğimden, soruya soruyla karşılık verdim;
-Siz neden soruyorsunuz, konu nedir?, bu uyanık cevaplar polisin hoşuna gitmiyordu ve daha tuzak sorular soruyordu;
-Telefonlarınız dinleniyor bir aydır, anlat size ne gün geldi ve ne konuştu?;
-Açıkça söyleyin meseleyi bende dirüstçe cevap vereyim!
Polis şöyle bir bakıp anlattı olayı;
-O cinayet işledi, bu kadarını bil ve anlat!
Başıma bir ağrı girmiş, günlerce bir katille aynı çatı altında kalmanın ağırlığı çökmüştü üzerime..Bir dakika dedim ve eşimi ardım, ama eşim öyle net cevaplar veriyordu ki , polisin son sözü;
-Tamam arkadaş, oldu ve bana dönüp;
-Bak! kocan ne kadar efendi, sen biraz kurnazsın demesin mi?

Eşinden ayrıldıktan sonra , bir kadınla beraber yaşamaya başlamış ve kadının kocasını ,sevgilisiyle bir olup öldürmüşler! daha sonra da ormana götürüp, arbasına benzin döküp yakmışlar! Korkunçtu çok korkunç....Bu sırada yanmış yüzü ve bize gelmiş....

Etkisinden kurtulmak için piskolojik yardım bile aldım, ve insanların mutlu yuvalarını,
hayatlarını bir anda nasıl yok ettiklerini düşünüp durdum günlerce, aylarca ve hatta yıllarca...Çok iyi bir insandı kanımca...
m-jgan

24 Aralık 2011 Cumartesi

para



Yılbaşı yaklaşırken en çok konuşulan ;"Para bana çıksa ne yapardım" konusudur,en çok duyduğum;" kimseye haber vermeden kaçarım, yakınlarıma ev alırım sonra hayatımı yaşarım, kimseyi tanımam!" Böyle söyleyenlere;" size çıkmaz, bozulacağınız kesin" demişimdir...

Haydan gelen huya gider misali kimse medet ummasın paradan, üstelik çok para da bazen mutlulukları da alır gider beraberinde...Büyük bir boşluk ve doyumsuzluk başlar, her istediğini alabilirsin zira mutluluğu satın almak kolay değildir..Dostunu düşmanını ayırt edemezsin , senin paranı konuşarak bile daha mutlu olan insanlar gördüm...Bir yakınım paranın getirdiği boşlukla depresyona girmiş ve sahip olduğu her şeyi satıp mütevazi bir hayatı tercih etmişti...

Kendimden biliyorum en büyük boşlukları nedense en çok şeye sahip olduğum zamanlarda yaşadım...Yalnızlıklar başlar, evde kopukluklar ve zorluklar...Oysa istediklerini almak için hayal kurmak bile hayata bağlayan faktörler arasında değilmidir? ve hayaller değilmidir bizi hayata bağlayan, umutlar değilmidir*

En çok memur insanların dürüst ve metavazi hayatına imrenmişimdir, beraber yaptıkları tatilleri , çocuklarına ayırdıkları zamanları ve mutluluklarını...

Para çok şey olsada her şey değildir, bunun kişiyi kalıbından çıkarıp başka kişiliğe dönüştürdünü, sitresin sağlıksız yanını bilmediğinizden öyle hayallere kapılmayın derim..En güzel para dürüst kazanılan dır ve ne kadar az' sa o kadar huzurlusunuz.

Oğlumun okuluna gelen bir piskolog şöyle demişti;" Siz çocuklarınızı okutup meslek sahibi yapmaktan yükümlüsünüz, onlara ev araba bırakmak zorunda değilsiniz , bırakın kendileri kazansıp bunun tadına varsın, ilgilenin onlarla beraber vakit geçirin"...
m-jgan

20 Aralık 2011 Salı

Elif gelin

Kimbilir; maviyi en çok gökyüzünde mi görüp büyülenmişti? yoksa denizin azgın dalgalarında kıyılara vuruşundan mı esinlenip yazmıştı en son şiirini! Oysa mavinin en güzeli gözlerinde saklıydı, en pürüssüz en saydam haliyle...Bir şelaleden akan gürül gürül bir su gibi dökülmüştü yanaklarına gözyaşları..Anne öldüğünde,sonra şelalenin bitiş noktasında sakinleşen bir nehir gibi durulmuştu gönlü baba öldüğünde...

*

Koşarak abiye bağırıyor, ablasının eteğini çekiştiriyordu ;
-bende geleceğim! işte tarlaya bende geleceğim...
Abla yüzüne en yumuşak tebessümünü takınıp;
-Yüzün güneş görmeyecek! senin...

Elif anlayamadığı kararın, saydam bir mermeri andıran yüzünü korumak adına olduğunu yıllar sonra anlayacaktı...

*
Elinde şık mağazalardan alınmış kırmızı poşeti, sırtında ki mantosuyla iyi görünmesine rağmen, ayağındaki ayakkabılar eski püsküydü ve temizliğe gittiğini anlamak zor değildi muhtemelen, zira gözlerini ortaya çıkaran Kızıl saçları neden temizliğe gittiği konusunda kafa karıştıran cinstendi...

*
Köyde düğün vardı ve bütün kızlar en güzel giysileriyle yarışıyorlardı sanki..Elif bir köşeye oturmuş olanları seyrediyordu hayretle...Ablası beliriverdi yanıbaşında gülümseyen tavrıyla;
-Bir de şu kardeşimin güzelliğine bakın, en ufak bir boya dahi yok...

*Sırtında çuval taşıyordu şimdilerde hasta haliyle, Bazende koca koca camları siliyordu kendini bir uçurumda hissederek, düğününde sürme bile çekmemişlerdi gözüne..14 yaşında'ydı  evlendiğinde, çocuk ne anlar evlenmekten diyordu şimdilerde, ayakkabı alacaklar diye evlenmişti aklınca, onu da almamışlardı ya! kocası bir gün bile güzel dememişti gözlerine , aşk sevgi hiç tadmamıştı ömründe...Cam siliyordu Elif uçurumu andıran yüksek binalarda, güneş vuruyordu gözüne ablası geliyordu aklına;
-SENİN YÜZÜN GÜNEŞ GÖRMEYECEK!

19 Aralık 2011 Pazartesi







  • Saçları sinirden diken diken olmuş ve tıpkı bir hortlağı andıran görüntüsüyle bağırıyordu kadın;
    _Sende adammısın?...Azgın bir boğa gibi tükürük saçıyor etrafa en çok da adamın yüzüne, küfürün bini bin para ve sanki söylemediği hakaret ve küfür kalmamışcasına hırsından köpürüyordu..
    adam tahrik olmuştu az önce sözle yediği dayağın hırsını alırcacına tekme tokat girişti kadına, bir yandan tekmeliyor bir eliyle saçından kavramış suratına indiriyordu yumrukları...kadının canı Yanmıyordu sanki, her tekmede biraz daha sesini yükselterek en aşşağılayıcı sözleri sayıyordu birer birer...Komşular kulak kesilmesine rağmen vazgeçiyorlardı kapıyı çalmaktan, karı koca kavgasına karışılmaz zihniyetiyle...

    Derken kadın sokağa attı kendini, üzerinde yamalı pijamasıyla sadece saçını düzeltip tek bir eşya almadan çıktı dışarı, yüzü kıpkırmızı ve dağılmıştı ..Ağlıyordu hava soğuktu ve ıssızdı, korkmuştu, geri dönmeyi aklından bile geçirmeyecek kadar inatçıydı..".Artık bitti" diyordu içinden, "her şey bitti, görürsün seni boşayacağım lanet olsun senin gibi adama, yıllarca beni aldattın, dayak attın para getirmedin sakat çocuğumuzdan utandın cimri pinti herif.."

    O sırada bir araba yanaştı yanına , yüzünde çapkın ve karaktersiz bir ifadeyle;
    -nereye gidiyorsan bırakayım bacım!...bacım kelimesinin telafusundan bile rahatsız olmuştu, nede olsa yemdi bu ürkütmemek için, derin bir nefes aldı ve tam açacak ken bayramlık ağzını, bir an düşündü;Kocasına yönelen kızgınlık ifadesiyle sen görürsün dedi ve bindi arabaya...

    -Adam elini müzik çalara uzatıp romantik bir şarkının ayarlamasını yaptıktan sonra sordu kadına ,ağzının kenarındaki art niyetli gülücükle...kadın aptal olmamasına rağmen aldırmıyordu;
    -nereye gidiliyorsa oraya..Üzerine bastıra bastıra biraz da sitemkardı ...
    -Senin karın yokmu? damdan düşer gibi sorduğu soru karşısında adam gerinerek sanki bir açıklamaymış gibi;
    -Köyde.....
    Kadın birden diğer kadınında kendi durumunda ki o zavallı halini aklına getirerek patladı o an adama, zaten batlayacak bahane arıyordu;
    -Utanmaz rezil herif! karını aldatmaya utanmuyormusun? adam korkarak;
    -Ne yapalım şu an yalnızım...demesiyle kadın ;
    -Hepiniz aynısınız! o kadın da seni aldatsın o zaman, nede olsa o da köyde yalnız!!!adam susmuştu deliydi belkide bu kadın, haline bak zaten bu saatte dışarda ne arıyor diye aklından geçirirken kadın;
    -Çek şu arabayı kenara ineceğim, adama gün doğmuştu, "gitsin allahın delisi!" diyerek durdurdu arabayı....

    Kadın bir taksiye atlayıp annesine gitti," hem anneler ne içindir" diye geçirdi aklından, "Beni 14 yaşımda sevmediğim adamla evlendiren o değilmi? şimdi de boşanmama yardım etsin" kapıyı çaldı, annesiydi açan...Yüzüne anlamlı anlamsız bakıyordu, bir an yarın söyleyeceklerini aklından geçirince gönlü bulandı;
    "Kocandır kızım, çocuğunuz var döverde severde, sende biraz çeneni tutsaydın!.
    m-jgan
  • 24 Kasım 2011 Perşembe

    Geçmişin Sonu

    Freddie’ye ;
    Ah, Rock’ın kralı, kraliçesi… İnan bundan 20 yıl önceye gidip doğduğum günü sana hediye etmeyi her şeyden çok isterdim. Büyük ihtimalle kabul etmezdin ama yine de denerdim. Ve bakıyorum da kimse seni tanımıyor bile. Anlamayacak insanlara seni anlatmıyorum zaten, bu yüzden senin hakkında kimseyle konuşmaya cesaret edemiyorum aslında. Ben seni anlayabildim de bir de başkalarına anlatacağım ha! Saçmalık… Bazen düşünüyorum Tanrı bir insana yeteneklerini neye göre seçip de verir diye, ama ne kadar düşünsem de bulamıyorum, son nefesime kadar anlayabileceğimi sanmıyorum da. Bu konu da çok kötüyüm Freddie, Tanrı’yla aram kötü! Ama yine de ne olursa olsun senin özel olduğunu biliyorum. Çünkü Freddie, çünkü dünyada tek olmanı başka nasıl açıklayabilirim ki? Ve bedenin şuan nefes almıyor, kalbin atmıyor olabilir ama adım kadar iyi bildiğim bir şey var; Bulsara, Mercury, renkli Zenzibar’lı, ne olursa olsun ruhunun hala yaşadığı…
     ~
      Çoğu sanatçı senin, sizin şarkılarınızı söylerken akortlarını değiştiriyor, çünkü söyleyemiyorlar. 
    Bir konser düşünüyorum. Bu daha önce gerçekleştirilmiş olan eski bir konserin hayali. Rock Montreal… Sahne tam bir Bohemian Rhapsody. Tek fark bu kez seyircilerin arasında bende varım ve o anlara tanık oluyorum. Konser ilerledikçe, sen terledikçe, üstündekileri çıkartıyorsun. Brian kollarını açtığında bir yarasayı andıran kıyafetiyle muhteşem sololarını atıyor. Çoğu zaman o solo atarken sende ayaklığından çıkartmadığın mikrofunu ayaklığıyla birlikte Brian’a tutuyorsun ve gitar çalar gibi ellerini hareket ettiriyorsun. John dans ediyor ve tüm konsantrasyonunu gitarına veriyor. Roger, bir piramidin sonuncu parçası gibi, onun için yapılmış merdivenlerin en tepesinde geri vokalde ve baterisini en iyi şekilde kullanıyor. Somebody To Love ile sevgiye yolculuk yapıp, Don’t Stop Me Now ile 4 dakika tamamen özgürlüğümüze sahip olup, We Well Rock You ile alkışlarımızı konuşturup, We are the Champions ile arkadaşlarına seslenişini ve şarkıların arasında veya sonunda bizi bir konservatuar sınavında gibi hissettiren, o güzel anları yaşıyoruz. Sen ahenkle bağırıyorsun, biz büyük bir coşkuyla senin verdiğin sesin aynısını vermeye çalışıyoruz.
    En son, her şeyden sonra, geçmişin sonuna geliyoruz. Show must go on çalmaya başlıyor. Herkes büyümüş ve ortada Freddie’yi göremiyorum. Bende dahil herkesin elinde Freddie Mercury yazan bantlardan var. Olanları algılamaya çalışıyorum. O sırada Show Must Go On’un ilk sözlerini duyuyorum. Empty spaces, what are we livin for? Diğerlerine bakıyorum. Brian ağlıyor gibi. John gergin, Roger’sa kızgın, baterisini her zamankinden daha şiddetle çalıyor. Sesin Freddie’ye ait olmadığını anlamam 2 saniye bile dürmüyor. Bu Elton John… Ama anlayamıyorum, Queen sahnesinde Elton John neden Show Must Go On’u söylüyor. Etrafa bakıyorum, herkes ağlıyor.
     Anlıyorum, parçalar yerine oturdukça anlıyorum. Bu, Freddie’nin ölümünden hemen sonra Freddie’nin anısına yapılan Freddie Mercury Tribute Concert… Gözyaşlarımı tutamıyorum ve elimdeki Freddie Mercury yazılı bandımı kaldırarak çığlık çığlığa kendimi müziğin akışına bırakıyor, Brian’ın, Roger’ın, John’un ve geriye kalan daha milyonlarca insanın acısına ortak olup, ağlamaya başlıyorum. İyi ki doğdun Kraliçe, orada mutlusundur umarım…

     Zeynep Şanlısavaş

    18 Kasım 2011 Cuma

    Manevi ölüm

    Dağların eteklerinden yeşilin arasına kondurulmuş sarı yapraklara benzer hüzün ve Gökyüzün öbek öbek kara bulutlara dönüşmesi...Ölümü anlatacak olsam, yağmurlu kasvetli bir güne benzetirim yada pırıl pırıl bir mevsimin, sonbahara dönüşmesine..
    .
    Ölünün çaresizliği ve umutsuzluğunu düşünmek bile, gözlerimde dalgalanan bir hüznü çağırıyor...Ölen için her şey bitmiştir lakin kalanlar için, ne sancılı bir başlangıçtır yaşayana...
    Ben burda fiziksel ölümden ziyade, manevi ölümü anlatmak istiyorum.Hangimiz yaşamadık ki, en azından bir kez manevi anlamda bizi öldüren acıları!Ya sevdiklerimiz bizi terk etti yada ölüm acısını aratmayacak acılarla başbaşa kalmadık...Yıllarca hatırlamak dahi istemediğimiz zor günlerin sancılarıyla uykusuz gecelerle ve gözyaşlarıyla geçirmedik...Yuvadan atılmış yavru bir kuş gibi çaresizdik zaman zaman, bazende evcil bir köpeğin doğal ortamına terk edilmesi gibi donanmasız kaldık hayatta...
    Hiç unutman kıvırcığın, kuyruğuna basılmış bir kedi gibi inlemesini yıllarca, en sevdiğinin, kılıç darbesiyle bir kesik gibi gibi çekip gitmesini hayatından... Fiziksel ölüm gerçektir ve bir tesellisi vardır kadere bağlamak gibi.Manevi ölünüm ne tesellisi nede kaderle bir bağlantısı...Dayanması ve yeniden hayat bulmasının ardından geçen zaman ne zorlu bir süreç! dağılan bir nar gibi parçalandık zaman zaman...Cennetten kovulan bir melek gibi günahkar, yolunu şaşırıp cama vuran bir sinek gibi zavallıydık kimi zaman...

    12 Kasım 2011 Cumartesi

    Onur

    Bazıları zengin olmayı, adam olmak sanır! oysa zengin olmak başkadır adam olmak başka...Görgüyü hiç bilmedikleri halde, kendilerini kaf dağının tepesinden bakar bulur çoğu kez, oysa en büyük düşmanıdır sahip oldukları her şey, en çok da paranın kuludur.Mutlu olmak başkadır, zengin olmak başka, parayla mutlu olduğunu sanırken mutsuzluğun içine batmıştır. Bir insan yoksul doğabilir, hatta yoksul yaşamak durumunda kalabilir, zira kimileri gururu için hizmetçilik yapmaya razı olurken, kimileri etini satmayı tercih eder para uğruna...Bazen bir kadın, kocasının imkanlarından vazgeçemediğinden, yaptığı onca ihanete göz yumarken, başka bir kadın, elinin tersiyle iter ve en zor işlerde çalışarak hayat mucadelesi verir.Çünkü onursuzca yapılan hiç bir şeye katlanamaz. Tanıdığım en onurlu insanlardan biri de Meral ablamdır.Bilirim ki, o açlığa dayanır, yalnızlığa ve terk edilmeye hatta sokağa atılmaya ama onursuzluğa dayanamaz çünkü ölür...Gururu uğruna her şeyden vazgeçebilir...Hayatı acıklı bir hikayedir, engelli bir evladın annesidir, öksüz çocukların ablası, sokak çocuklarının teyzesi ama en önemlisi; Hayatını onurlu yaşayan ve gururu uğruna sevgilerden, aşklardan hatta kendinden bile vazgeçen sayılı insanlardan biridir... Zengin olmak başkadır onursuzca, onurlu olmak başkadır sıradan sade bir hayatta...İkiside kabul görür oysa, kimileri paranın kuludur, kimileri onurunun.Yaradılış ve asalet işidir insan olmak ve insan gibi yaşamak ve adam gibi adam olmak....

    11 Kasım 2011 Cuma

    küçük hataların büyük kayıpları

    Bazen küçük bir hatamızla, tüm hayatımızı mahvederiz.Düşünülmeden yapılmış en küçük hata bizden bir ömür çalar.Oysa bir ömür bize verilmiş sadece bir şanstır.Yaşlılığımız çeşitli pişmanlık ve boşa harcanmış bir hayatın sancılarıyla doludur.Keşke deriz; orda olmasaydım yada evet deseydim!yada hayır!o gün yeniden gelse ve değiştirsem...Kaderle bir bağlantısı varmı? bilmiyorum eğer kaderse bununla yaşamak daha kolay olurdu.Kader değilse, bence çok yazık oldu demekle yetineceğim.Kücücük düşünülmeden yaptığı bir hata yüzünden, kendini bir ömür mutsuzluğa mahkum etmiş o kadar çok insan tanıyorum ki...Kendimle beraber onlar içinde hep üzüntü duydum... Bunun içindir ki bu gün, kendim yada başkaları için alacağım bir karar beni günlerce yorar.Gözlerimi kapatır, beş yıl sonrasını düşünürüm, yaşanmış hayatlardan ve yaşam hakkındaki bildiklerimden yola çıkarak, pek yanıldığım olmadı!nerdeyse görürüm beş yıl sonrasını fakat, kendim için faydalı olabilsemde başkaları hakkında başarılı olduğum söylenemez, yine dinlemezler ve o ölümcül hatayı yaparlar...Oysa anlatmışımdır olacakları birer birer, faydası yok hata yapmaya meyilli olduklarında elimden pek bir şey gelmez, aslında büyükler çoğu kez, zaman makinaları varmış gibi bilgedir hayatta ve keşke dinlemek elimizden gelseydi... Hayatımızın içine ederken her zaman ben farklıyım yanılgısına düşeriz yada ben haklıyım!Artık bunu yapmıyorum en azından bir çok bilge insanı dinleyip en son kararı ben veriyorum.Bizim için en doğru olan elbette kendi doğrularımız belkide, bir çocuk gibi inatçı olmalıyız isteklerimiz doğrultusunda... Hayatımız bize verilen tek şansımızdır ve önce kendi mutluluğumuzu düşünerek hareket etmeliyiz ve mutlu olduğumuzda sağlıklı bir birey haline gelerek etrafımızdaki insanlarıda mutlu ederiz, en önemlisi de sağlıklı ve mutlu, kendimiz gibi çocuklar yetiştirebiliriz.

    10 Kasım 2011 Perşembe

    Renkli Günler


    Siyah-beyaz resimler; üzerinde kırmızıların yeşillerin, bir köpeğin resiyalistinde silinen renkleri, gerçekte renkliydi! hemde çok...Baharda açan yaseminin, çiçeklerini döktüğü güz mevsimi şimdi günler, günlerimiz...Çırılçıplak kalmış bir maraşal gibi, öylece duruyor anlamı yitik ve artık istemekten vazgeçip öylece bıraktığımız anda, vakitsiz sahip olunan, o çok istediklerimiz... Keşke; otuz yaşımıza bıraktığımız onsekiz yaşımızı yada kırkına bırakıp, otuzumuzda beklemeye aldığımız heyecanlarımızı, o an isteyip ulaşamadıklarımızı, aynı heyecanla kavuşma umudumuz olsaydı... Geçmişe baktığımızda; yanımıza kalan, sadece yaşadığımız bir kaç güzel anıdır.Tıpkı şu siyah beyaz resimlerde gülümseyen, bir kareye sığdırılmış bir kaç güzel resim gibi, bize kalan mutluluktur sadece...Kurallara saplanıp kalmadan farklı olduğumuz anlar, belkide monoton günlerin jokeri gibi, kurtarıcıdır çoğu zaman...Tıpkı bir arkadaşıma küsüp, kapıyı çarptığımda geri dönüp;"kahve içelim mi?"dediğim o an dostumun bana sarılması gibidir...Nefret ve kıskançlıktan uzak bir hayat, belkide bizim yakaladığımız güzel anılar gibidir.Yıllarca küsüp kendi kendimi yediğimde, kaçıracağım binlerce kahve molası vardı, binlerce anı ve kahkaha... Sevgileri, mutlulukları ertelemeden ve başkasının hayatını; hatırlanmak istemeyen kötü günlere çevirmeden, empati kurarak en hasarsız atlatmanın yollarını aramalıyız...Hissettiğimiz anda gülümsediğimiz bir an bile istemediğimiz zorla gülümsenen bir yıldan daha değerlidir...

    26 Ekim 2011 Çarşamba

    dostluk

    Yakınımda olan herkesi kendimden uzaklaştırmış, birer birer kendime küstürmüştüm, sebebi basitti; çuvallamıştım...nitekim pilimin bittiğini kimsenin görmesini ve bana hayat hakkında nutuk çekmesini istemiyordum.

    Günlerim kendi kendime geçirdiğim zamanlar seyrettiğim sabah dizileri, ev işi yemek ve günün yorgunluğunu attığım terasım, demli bir çay yapıp derin düşüncelere daldığım, anlardan ibaretti...Uyku sorunumu eczaneden aldığım reçetesiz uyku ilacıyla çözmüştüm...Artık etrafımda kimse kalmamıştı çünkü bana dayanamıyorlardı, işimede geliyordu açıkçası; rahat rahat bunalıma girip kendime işkence edebiliyordum en azından.

    O günlerde Ran'ın ve şirinin beni sürekli ziyaret etmesi ilginçti, başımdan atmak için en doğuk tavrımı sergilememe rağmen.Beni ya olduğum gibi seviyor yada yaptığım tuhaflıkları sempati buluyorlardı, nitekim bu durum zamanla hoşuma gitmeye başlamıştı, en azından onların yanında istediğim kadar saçmalayabilirdim.Zamanla Ran ve şirin'in, insanlık değerlerine ters düşen durumun asıl arkanı dönüp gitmek kolayı seçmek olduğunu anlamıştım...Bana göre onlarda pek akıllı sayılmazdı hayatı dalgaya alan güçlü karakterleri ve insanlığa imza atacak nitelikteydi birbirleriyle olan ilişkileri...Birbirimize "çatlak, deli" diye hitap ediyor sorunların üstesinden birbirimize dayanarak gelebiliyorduk...Heval sonradan aramıza katıldı, zengin kızı olmasına rağmen, yaşadıkları onu aşacak nitelikte ve çarpıktı sanırım...Güçlüydü ve hayata karşı dimdik ayakta duruyordu...Bir arada keyifli zaman geçirdiğimiz, kardeşten öte bir dostluğa sahip olmuştuk zamanla.Neşe kaynağımız ve en güçlü karakterimiz Ran; "hey millet" dediğinde mıklatıs gibi çekerdi bizi kendine, bol kahkaha ve sitres makinasıydık, sanki bizler...Öyle kibar filan sanmayın, açardı ağzını yumardı gözünü, bazen" ne çok geliyorsunuz sıkıldım sizden" dediği bile oluyordu ama bir kez bile sallamadım, o kovdukça cazip geliyordu...Hele bir de şirinle gezip gezip Ran'a "çay yap geliyoruz "diyelim kıyameti koparırdı ama yine sallamazdık...

    Aramızda kendiliğinden gelişen bir kural vardı, kimse kimseyi değiştirmeye çalışmazdı, her şey serbestti, delirmek hatta bağırmak, yeterki mutlu olsun!bitkisel hayattaki bir insanın nefes almasına, şükretmek gibiydi...Bir fanusun içinde gezinen, aynı cins balıklar gibi huzurluyduk beraber...

    Yıllar sonra çil yavrusu gibi dağılana dek sürdü bu durum...O mahalleden taşınırken bir yarımda orda kalmış bir daha bu dostluğu bulamıyacağımı anlamıştım...Hiç bir zaman kendim olamıyacak, şirin görünmeye çalışarak idare edeğim yıllar vardı önümde, kimse beni dostlarım kadar anlayamazdı ve tüm hatalarıma rağmen ben olduğum için sevemezdi ki bunun için yıllar ve belli bir birikim gerekiyordu muhtemelen...

    Mutluluğun kiminle ve nerde olduğunla ilgisi var bence , para tek başına bir işe yaramaz, sevgi dostluk gibi tamamlayıcı unsurlar arar...En değerli mücevherler ise yıkıntılar ve harabeler içinde saklıdır...

    22 Ekim 2011 Cumartesi

    Kadınca


    Kadınlar deyince bir erkeğin aklına, car car konuşan değişik bir yaratık gelsede, aslında içlerinde, bir hazineye sahiptir ve yeterki ruhuna inebilecek bir erkeğe sahip olsun; bir hareme ihtiyaç duyulmayan biraz çocuk, biraz kadın ve arkadaştırlar.

    Kalplerinde, nehirler akıp gider ve yağmur sonrası toprağın kokusuna benzer hüzünleri...İstedikleri paradan ve güçten daha çok, biraz ilgi ve sevgidir aslında...Öyle olmasaydı en sevdikleri hediye çiçek olmazdı muhtemelen.Kıyafet, alışveriş ve eşyaya olan düşkünlükleri, içlerinde büyüttükleri sevgi açlığını dolduracak, koca bir boşluktur aslında...Kendi kendilerini mutlu etmeye öyle alışmıştır ki, alışveriş tutkusunun kendi genetik yapısıyla özdeşleştirirken,asıl sorunun sevgi, ilgi ve alaka olduğunun farkına bile varmaz çoğu zaman...

    Kendimden biliyorum; mutlu olduğum zamanlarda saçlarımı, kıyafetimi ve görünüşümü fazla kafama takmam.Beni pırıl pırıl gördüğünüz zaman, bir şeyler yolunda gitmiyordur, iltifat ve sevgi istiyorumdur büyük bir ihtimalle...

    Kadın günleri bir erkeğin dışındadır ve kadının tüm güzelliklerini sergilediği bir mekanda saklıdır.Bir erkek için bu denli hazırlık yapmayız hiç birimiz, çünkü erkekler bunu taktir etmez.Günler öncesi temizlik, çeşitli tatlılar, pastalar, son derece gösterişli bir sunum ve en çarpıcı kıyafetler.Gün hoş sohbetle geçer, tüm dertler dökülür ortaya içimizi dökeriz ve rahatlarız.Bir erkekte bize aynı ilgi ve alakayı gösterecek olsa, onlar için daha iyisini yapabilirdik;" Çok hoş çok güzel olmuşsun, bu saç sana çok yakışmış ve ne çok yorulmuşsun bizim için" gibi sözler duymak için bir hafta çalışırdık hatta deneyen arkadaşlar da oldu ama sonuç çok acı;"Hayırdır bir yeremi gidiyorsun? giyinmişsin!sana makyaj hiç yakışmamış yada off yaaa sırnaşma evdede rahat yok"arkadaşımız bu olayı kadın gününde anlatıp ağlamıştı ve o günden sonra hiç makyaj yapmadı, nede özene bezene hazırlık...

    Kadınlar ne tatlıdır ve inanılmazdır aslında ama hiç bir erkek onların içindeki saklı cevheri ortaya çıkaracak duyarlılığa sahip değildir...Hatta bastırır içimizdeki, şımarmak isteyen çocuğu, Zıplamak isteyen genci" biraz ağır ol" diyerek ve kadın gibi davranmak isteyen o zavallı dişiyi ve böylece eskir kadınlar kıymet bilmez kollarda içine gömdüğü yaşama sevinciyle!Zaman öyle çabuk geçer ki, ne kadın anlar geçtiğini nede erkek bir kadında sahipsiz kalmış her şeyi.

    Kadınlar ne güzel, ne inanılmaz ve ne acınası haldedir aslında.Birbirlerine dayanarak güçlü hisseder ve hayatı baştan sona fiyaso ve hayal kırıklığıyla geçer...

    26 Eylül 2011 Pazartesi

    Sena Hanım

    Kendi dünyasında pırlantalar, elmaslar, envai çeşit mücevherlerle süslü cenneti yaşardı Sena hanım.Aşk, ona göre kendisine bakan, gezdiren ve iyi yaşatan erkekti muhtemelen..Duygularla işi olmazdı, kocasını yitirdiğinden beri" hem hoş"kocasına da pek erkekçe bir duygusu olmamıştı, döven söven ama iyi bakan biriydi ona göre.İnançları öyle herkezce camiden camiye değildi Sena hanımın, bambaşka bir dünyanın ve sonsuzluğun büyüsüne kapılır gözleri alır giderdi benliğini peygamberlerin hayatına.Allah aşkıydı belkide onu ayakta tutan manevi kuvvet.


    Ne kadar ciddi konuşursa konuşsun, tatlılığı ve sempatikliği bir de şiveli konuşmaları, insanların onu ciddiye almaması için en büyük sebepti.Bazen makaraya alırdı yeni tanıştığı insanları; "ya-ya" diye onaylayarak! aslında bu "he-he...tabi tabi.sen benim külahıma anlat demekti." Hekikaten kelimesini bilmezdi, "Zere oğul" vardı onun sözlüğünde, ama tatlıydı çok tatlı ve çok özel...Safmı, uyanıkmı? diye düşündüren cinsten, hızlı hızlı yürüyüşü, otobüsün en önüne geçip paldır küldür binişi, karşıdan karşıya sağına soluna bakmadan bir çocuk gibi koşarak geçmesi; "sanki hızlı koşunca arabalar onu yakalayamaz mantığıyla" akıllara her geldiğinde insanı mutlu gülümseten sena hanımın hayatı hiçte kolay değildi, öksüz üç çocukla hayatını, çeşitli işlerle kazanmaya çalışırken...

    Tüm hayır kurumlarına kayıtlıydı; kızılay, fak-fuk-fon muhtalık.Taşındığı her mahalleden ayrı bir yardım alır, hatta aynı kurumdan adres değişikliği sebebiyle yeniden alırdı.Nerde bir yardım dağıtılsa, oradaydı Sena hanım.Yüzüne büyük gelen başörtüsü, numaralı gözlükleri ve elindeki pazar çantasıyla dikilirdi kurumun önüne ama o hiç bir zaman sıra beklemezdi.Birer birer aşarak insanları, en ön sıraya geçmeyi başarır, hatta yüzünede hiç bir şey olmamış gibi ciddi bir ifade takınırdı.Çoğu zaman yakalanırdı ama bunun için antramanlıydı;
    -Bak şu kadına, en öne geçti, vay uyanık!
    Sena hanım;
    -Git kardeşim git, ben sabahtan beri burada bekliyorum, nasıl adamsın sen!birde cık cık ekler, adam baş edemiyeceğini anlayınca susmak durumunda kalırdı.


    Farma eczada çalıştığı günlerden bir gün " ecza deposunda yakmak için kağıtları eve getirirdi" ona göre yiyecek şöleni olan bir kokteyle tanık olmuştu.Şık giyinmiş insanlar, çeşitli mezeler, ve içki partisiydi.Birden evdeki çocukları geldi aklına ve içinden "zıkkım" yiyin dedi ve yüzüne sahte gülücük takınarak;
    - Ne güzel bir partiymiş dedi.
    Usta başı;
    -Gel Sena hanım, sende iç...Önce terettüt etti, içki koymamıştı ağzına;
    -Olur dedi ve içer gibi yaptı, aslında onun tabiriyle pepsi-colaydı içtiği asıl amacı mezeleri çantasına doldurmaktı, doldurdu da epeyce... Bu arada tüymesi de gerekiyor ne yapsın, birden sarhoş numarası yaparak herkezi makaraya alıp alay etti.Herkez gülüyordu haline ama Sena hanım daha çok gülüyordu kerizlere...
    Usta başı;
    -Hadi sen git sarhoş oldun ama dikkat ette düşme.
    sena hanıma gün doğmuştu;
    -Ya ya ben gideyim ama şu kağıtlarıda sırtlanayım deyip kapıya yöneldi.Çuvala doldurduğu kağıtları sırtına yükleyip evin yolunu tuttu.Eve koşar adımlarla gidiyordu, eli kolu dolu, sevinecekti çocuklar.O akşam hep beraber kahkahalar atarak; "güldüğü zaman havaya bakar gözünden yaş gelirdi" güzel bir akşam geçirdiler hep beraber.

    Günler her zaman böyle dolu dolu ve şanslı değildi, bazen talihsizlik bir yumruk gibi inerdi yüzüne, tıpkı ecza deposunda çalıştığı bir televizyon çalınana dek.

    Bir sabah işe geldiğinde, yüzüne inen öfkeli bakışlara bir anlam verememişti.
    usta başı;
    -Bak Sena hanım, biz seni severiz nitekim, sen televizyonu çalmışsın!Ayıp değilmi?
    sena hanım, ilk şoku atlattıktan sonra yalvaran sözcüklerle,kendini kurtarmaya çalıştı;
    -Yok kardeşim ne çalması? benim bir şeyden haberim yok, dese de kimse ona inanmıyordu!
    Usta başı;
    -Sen çaldın yalan söyleme!
    Sena hanım korkmuştu ama bir taraftan da içi rahattı,çünkü o çalamamıştı, nasıl olsa alaşılacaktı.
    Karga tulumba bir koltuğa oturttular Sena hanımı, başında bir sürü insan;
    -Bak doğruyu söyle, yoksa hapse girersin!
    Sena hanım,
    -Yok kardeşim ben çalmadım, gelin evime bakın, ben çalsam işe gelirmiyim?

    Bir süre sonra, polisler gelip götürdüler, hırsızlık şübesine.Durum son derece aşşağılayıcıydı, ne arayacak bir yakını, nede kendini kurtaracak biri vardı.Allaha sığınıp dua etmekten başka çaresi yoktu Sena hanımın.

    Karakol suçlu doluydu ve hırsızlıktan yargılanan suçlular vardı.Birden polis genç bir delikanlıya tokatı yapıştırıp;
    -Utanmıyomusun hırsızlık yapmaya?
    Delikanlı;
    -Valla billa çalmadım komserim!
    -Kes lan, yalan söyleme!şimdi ayağımın altına alırım, ALIN ŞUNU...
    Sena hanım tir tir titriyordu korkudan; ya kendinede bir tokat atarsa polis, sonrada hapse atarlarsa!

    Aradan bir iki saat geçtikten sonra polis;
    -yürü hanım evini arayacağız.
    Bu duruma sevinmişti nede olsa kendisi çalmamıştı, suçsuz olduğu anlaşılacaktı.karga tulumba ekip arabasına binmek üzereyken, koşa koşa usta başının geldiğini gördü;
    -Durun hırsızlar yakalandı!
    Sena hanım;
    - oh çok şükür, ben demedim mi size?bir de beni hırsız tuttunuz!
    Usta başı ve polisler;
    -Kusura bakma bacım, gel seni evine götürelim.
    polislerde usta başı da, Sena hanımın yüzüne bakamıyordu, özür dilemekten helak olmuş, ekip arabasına bindirip evine bıraktılar, yolda ise özürün bini bin para...

    Eve geldiklerinde, çantasından anahtarı çıkarıp, evin kapısını açtı.Ev harabeye benziyordu, camların nerdeyse yarısı kırık ve gazeteyle kapatılmıştı.Beton bir giriş ve bir odadan ibaretti, iki somya ve eski bir kilim, televizyon diye de bir şey yoktu.Uyumsuz bir vitrin ve içinde nerdeyse klasik romanların tümü...akıllı oldukları gözlerinden belli olan, iki erkek ergen ve güzel bir kız gözlerini dikmiş polislere bakıyordu.

    Polislerde, ustabaşıda iyice baymıştı özür dilemekten, üstelik Sena hanımı kızdırmaya bile başlamıştı, yaptıklarının bir özürü mü olurdu, anlayıp dinlemeden hırsızlıkla suçlamıştılar kendisini.

    Sena hanım;" affettim hadi gidin" diyene kadar dikildiler kapıda, yorgundu ve üzgündü, olayı anlatırken iki damla yaş döküldü gözlerinden.Pencereye oturup, gözlerini uzaklara dikti saatlerce.Çocuklar bu tür aşşağılayıcı ve olağan dışı durumlara alışıktı, sarsılmadı hiç biri.Gece ilerlerken iki kardeş aralarında sohbete başladı ve en sevdikleri çay demlendi.Ana kız sohbete dalıp unuttular günün ağır kokusunu.

    23 Eylül 2011 Cuma

    Kaçak

    Zalimdi;
    başı bulutlarda gezer, acımazdı kendine bile.hayatı dolu dizgin, üst üste dizilmiş titrek taşlarla örülü ve her an sallantıda.

    Ben küçük bir kızdım, onu severdim o ise yalnızca beni severdi, yalnız beni,Başkalarına soracak olsam ciğeri beş para etmezdi sanırım ama benim için dünyayı ters yüz edebilirdi.

    Bizde kaldığı günlerin ardından bir gün, farklı bir şey oldu; gidiyordu! ben ise ağlıyordum, vedalaşmaya filan çalıştı,ama ben elini bırakmıyordum.Birden "hadi sende gel" dedi, hiç terettüt etmedim, annemin kızacağını bile düşünmeden bindim otobüse, beni daha önce hiç görmediğim bir köye götürdü; Kendisi çekip gitti, sebebini bilmiyordum.

    Emaneti büyüktü, yani ben!Annesi kardeşleri ve köydeki herkes beni başına taç etmişti, bununda sebebini fazla bilmiyorum.Köy fakirdi, çay şekerini bile sandıkta saklıyorlar, misafirlere ve sadece bana çay ikram ediliyordu.Sedir kilim ve ekmek pişirilen tandırdan ibaretti ev.Mutlu insanlardı hiç kavgaya tanık olmadım ve her zaman hayran kaldım tanrı misafirine gösterdikleri alakaya.Ben her zaman abi dediğim bir adamla gezerdim, onun kardeşiydi. Tarlada geçerdi tüm günümüz ilk şöförlük deneyimim traktör olmuştu ve en sevdiğim şeydi.Ben traktörün başında abi yanımda beraber tarlayı sürerdik, öğlen olunca taze salatalık, köy peyniri ve domates'ti yiyeceğimiz.Akşam eve dönerken en sevdiğim şey traktör sürmek ve çağıl çağıl akan dereden geçmekti.Bazen bir düzine erkek çocuğu bana laf atardı, o köy için fazla güzeldim.

    Ben annemi özleyene değin günler böyle sürüp gitti.


    Bir sabah o geldi.(yıllar sonra bir kaçak olduğunu anlamıştım)Kollarını açmış bana bakıyordu bir süre donup kaldım sonra deli gibi koşup kollarına atladım, yemyeşil gözleriyle bana bakıyor bir taraftan "seni deli kız özlettin kendini" diye şakalar yapıyordu, bir sürü hediye vardı elinde ama en güzel hediye kendisiydi.

    Bir gece yola çıktık sasatlerce yürüdük canım sıkılmıyordu, konuşacak bir sürü şey buluyordum, her bakkaldan ne istersem alıyor, ne anlatsam gülümseyerek dinliyordu.Ben çok konuşurdum cırcır böceklerinden bir farkım yoktu, o beni sabırla dinler her seferinde ilginç bir şey anlatıyormuşum gibi dikkat kesilirdi, belkide bunun için severdim onu. Toprak ve tezek kokan bir eve geldik, sanırım teyzesi filandı, geceyi o evde geçirdik, ertesi sabah yine yola koyulduk.Ben zıplaya zıplaya yürüyordum, bazen"bak diyordum tek ayak yürüyebiliyom" Bazende, eteğimi kendi etrafımda döndürüp ilginç bir şeymiş gibi o na gösteriyordum.Hele sorduğum o saçma sorulara nasıl katlanıyordu ve sabırla cevap veriyordu; üstün güçleri vardı sanırım.Otoyola geldiğimizde en azından arabaların sesi bana sıcak ve güzel gelmişti.Saatlerce bekledikten sonra nihayet bir otobüs geldi ve bindik.Yolculuğu oldum olası severim, hiç sıkılmadım, hem nasıl olsa o vardı.

    Şehir merkezine geldiğimizde birden teyzemlerin evine doğru geldiğimizi anladım bence tesadüf değildi."Bak dedi nereye geldik" teyzemin evini gösterdim çığlık çığlığa."hadi sen teyzene git şimdi, ben seni işim bitince almaya gelirim" dedi ve ben inandım, her zaman oyunlara kandığım gibi. Doğruyu söyleseydi asla inmezdim, kandırmıştı beni ardında bir umut bırakarak, aslında hiç gelmeyecekti ama ben yıllarca o nu bekleycektim.

    22 Eylül 2011 Perşembe

    Mutluluk


    Mutluluk nedir? diye soracak olsam, herkes kendi eksik taraflarını söyleyecektir.Engelli biri, "koşmak" diyebilir.Maddi sıkıntı çeken biri "para", sevgi görmemiş biri ise"aşk" diyecektir muhtemelen.Her insanın bir açlığı ve eksik tarafı var.

    Bana soracak olsanız, gençlik yıllarım diyebilirim, kaybettiğim ve sahip olamadığım her şey.Okul benim için bir tutkuydu ve bırakmak zorunda kaldım.Dur! hemen şimdi "okumak isteyen her daim okur" gibi bir cümle duyuyorum.Hayır bu herkes için geçerli değil en azından benim için.Yıllarca içimde büyüttüğüm bu tutku beni mutsuz bir insan yapmaya yetti.Hayatı başkalarının istediği gibi yaşamak durumunda kaldım, ideallerim ve hayallerim uçup gitti.Babamı kaybederek yitirdiğim bir hayatı, okul hayatıma son vererek birkez daha yitirmiş oldum ve içimdeki boşluğu doldurmaya yetmedi hiç bir şey.Ben istenileni yaptım tıpkı bir eşya gibi, bir eve ait makina gibi
    Farklı kültürler, farklı yaşamlar ve kendi içimdeki yalnızlık, öksüz bir çocuktu ve avutulmaya teselli edilmeye muhtaçtı.

    Belki herkes benim gibi itiraf edemez ama ben mutlu insanda fazla göremiyorum.Bir makina gibi kurulmuş, üzerimize giydirilmiş bir yaşamı sırtımızda taşırken, sadece yaşlandığımızda anlıyoruz her şeyin ne kadar boş ve anlamsız olduğunu.Ölüm ve yok olup gitmek varken, kaba bir tabirle eşşekler gibi sırtımızda çekiyoruz günleri, haftaları hatta yılları.


    Bir ingiliz kadını ya da rus kadını, kadın olmayı annesinden öğrenirken, bize öğretilen sadece kahır çekmek ve sabır oluyor.Mutsuzsan bize söylenen"Napacan, çekecen bak falancaya"gibi sözler olacaktır.Bazen bir yumruk atasım gelir sözüm meclisten dışarı.Erkeğin şımartıldığı bir toplumda aslında okumuş olmakta yetmiyor, en modern düşünen bir kadın bile önce erkeği kayırıyor.Bu durum her toplumda geçerli olsada bizim ülkemizde daha bir bariz ve kanunlaşmış durumda.

    Bir kadın en azından, erkek çocuğunu yetiştirirken, padişah çocuğu gibi şımartarak topluma teslim etmemeli. Annesine ve kadınlara saygıyı, dürüst olmayı, ve bir kadını mutlu etmeyi öğretmeli.

    Topluma teslim edilen her çocuk, güzel bir geleceğin tohumlarıdır.Herkes mutlu olmayı hak ediyor bence ve iyi bir hayatı.Kahır çekmeyi değil, kendini kayıran sağlıklı bir birey olmayı öğretilmeli bence, kimse kimseyi de çekmek durumunda değil ama herkes herkese saygı duymak zorunda.İnsan hayatı değersiz ve zavallı olmamalı, hayat bu kadar güzel ve sonsuz değilken.

    10 Eylül 2011 Cumartesi

    oyun çocuğu


    Bütün gün kapıyı tekmeledim ve hönküre hönküre ağladım.Abim pis pis güldü durdu bana, erkek kardeşim ise elinde bir büyüteçle bazen benim saçımı bile inceledi.Kapı kilitliydi annem yapmıştı bunu, çekip gitmişti yine, babamı bir sabah tahta bir kutuya koyup götürdüler, bir daha hiç gelmedi!

    Ev soğuktu, en son kömürü dün yakıp ısınmıştık sanırım.Abim küçük tüpe ellerini uzatmış ısınmaya çalışıyordu, bir ara ağlarken sızıp kalmışım rüyamda geleceği gördüm..Dağlardan tepelerden ustalıkla aşarak büyük bir dağa ulaşmıştık.

    Babam beni kandırmıştı, uyuyan bir bebek istemiştim, getirdi getirmesine ama bebeğin gözleri faltaşı gibi açıktı"Sen uyuyunca o da uyur dedi"yıllarca ben uyuduğumda onunda uyuduğuna inandım ve anladım ki çocuklar hayallerini harekete geçiren oyunları seviyor.Annemde oyun oynamalıydı"Görünmez oluyorum" deseydi bütün gün ağlamak yerine bu oyuna kendimi kaptırıp oyalanabilirdim.Abim "Ağlama kardeşim yoksa çirkin olursun" deseydi, susardım.küçük bir çocukken hep ağlardım çünkü benimle kimse oyun oynamazdı.

    Ben yetişkin olduğumda çocuklarla her zaman oyun oynadım, örneğin bir mahkumun çocuğuna:(Üzülme, babanın üstün güçleri var ve burada kötü adamları yakalaması için tutuyorlar) dediğimde sevinçten gözleri parlamıştı...Sürekli zıplıyordu cama ve bağıra bağıra:(Baba sen adam mı öldürdün diyordu)babası şaşkın ne dese olmaz...Giderken göz kırptığını gördüm babasına...rahatlamıştı babası gözünde kahramandı ve bu oyun onu yıllarca avutacaktı...
    Ekmeğine ne sürsen sevine sevine yer bir çocuk, zira bazı olağandışı durumları,mecaz anlamı olan sözleri anlayamaz:(külahları değişiriz gibi)Babamın cenazesinde bile, bir ağaca sarılmış dönüyordum habire, keşke benim yüzüme bakarak bir kaç dedikoducu kadın:(Yazık şu kızın babası ölmüş demeseydi)Babası Cennete gitmiş, kelimesini tercih ederdim..Çocuklar oyun sever ve hiç bıkmaz oynamaktan...Onlara sarılın ve en yaratıcı oyununuzu oynayın, hayal kurarak çocukluğunun tarmvalarını, daha hasarsız atlatmasını sağlamış olursunuz ve bu her şeye değer inanın...

    9 Eylül 2011 Cuma

    ihtiyar


    Şimdi koskoca bir yalnızlığım ve yaşlıyım.Eskiden oğullarım vardı, genç kadınlara gittiler.Yaşlılıktan gözümde görmüyor, cigaram nerde?
    Kış geliyor, artık balkondada oturamam ne kötü evde bir başına televizyon izlemek kanallarıda bulamaz oldum.Hiç değilse kapıdan geçen öğretmene, avukata, kapıcıya laf atıyordum, boynumda tutmaz oldu camdan bakarken soğuk almış olmalıyım.
    Oğullarım evin tapusunu istedi oh olsun vermedim, genç karıları öğretmiştir.Torunlarımıda getirmiyorlar artık, kız da aynı anasına çekmiş, oğlanıda ne zaman öpsem yüzünü siliyor, ağzımda ne var tertemiz kadınım.Hah şu gelen benim oğlan"Yavruuum, kuzuuum, aslanım" gözümde görmez oldu her kara saçlıyı senin oğlan sanırsın.Hah-hah...zırnık koklatmam beni hemencecik tıkarlar huzur evine, kolumdaki bileziğe bile göz dikti soyka karısı"Sen ne yapcan bana ver" demez mi!vermem delimiyim ben...Hah zil çaldı kapıcı oğlum"Nine nassın?yaş kaç 73 varmı?"Bak şu densize sana ne benim yaşımdan yerden bitme!Uyuyamıyorum sabaha değin konuş konuş kendinle.Gözümde görmüyo cigaram nerde?Bakkala gitsem yine kaybolurum kesin, geçen hanım bir kız getirdi karıştırdım evi.Caminin orda evim dedim"Burası köymü teyze adresi söyle"dedi" cüzdanımda yazıyordu adresim ama evde unutmuşum" dedim.Bakkalı hatırladım da allahtan!
    Hay yaşlılık eskiden her yere yalnız giderdim şimdi evi bulamaz oldum, oğullarım gelmiyo gel bizde kal diyorlar ama karıları" Ben istemem senin ananı diyor sağırda olmadım duydum gece...Cigaram nerde...

    savaşçı


    Cezaevleri, öyle dizilerde anlatıldığı gibi değildir. Dayak , işkence ve gözle görünür aşşağılanma!Polis gelir kibarca gözaltı emrini gösterir ve araca bindirip götürür.Elleri kelepçelenerek çıkar mahkum duruşmaya ve orda başlar asıl utanç ve aşşağılanma duygusu.İçeri girdikten sonra her şey biter, asıl iş görüş gününde yakınlarıyla olan göz temasıdır.Koğuşlarda ışık söndürmek yasaktır ve mahkum ilk günlerde uyumakta zorlanır.Ne demiş Ahmet Arif(Akşam erken iner mapushaneye, ejderha olsan kar etmez.)
    Polis, mahkuma öyle sorular sorar ki afallar kalırsın,( ben falancayı arıyorum) demez, (senin neyin olur)gibi yalan söyleyemeyeğin sorular sorar.İçerde bir hayat vardır, insanı insan yapacak nitelikte acılar, yalnızlıklar ve delice özlemler.
    Dışardaki insana daha zor gelir mahkumiyet.Toplumun baskısı, acıyan bakışlar güçlü olanıda yıkar kalabalıklar arasındaki, yalnızlıklar.Ama çok şey katar insana acılar.Aldırmamayı ve yalnızlığı öğrenir dışardaki insan, sakin ve hoşgörülü olmayı ve geniş düşünmeyi.
    Acı çeken insanların gözlerinde yıldız sağanağına benzeyen pırıltılar ve her ışığında ayrı bir yalnızlık ayrı bir yara saklıdır...Mutlu olmayıda öğrenmiştir, tüm kalleşliği ve şerefsizliği teğet geçerek.Dostunu düşmanını ayırt etmiştir, bu yüzden ekmek kavgasında hınca hınç savaşan emekçinin yanında gezer dururum.Korkutmaz beni, ne ruh hastası ne pisikopat nede mahkum, anlarım dilinden!Beni asıl kibir korkutur, hasarsız bir kalp, dingin bir hayat, onları anlayamam işte hele birde arada gözleri dalıp gitmiyorsa uzaklara.Çünkü o bakışlar bir hazine taşımaz gönül denizinde, bir çakıl taşı atsan boş zemine düşer oysa suya düşmesi ne başka...
    Asıl sorun savaşmayı bilen bir askerin özgürlüğü bilememesidir, işte burda başlar boşluk, asıl yalnızlık, kınından yeni fırlamış bir kılıç gibi öfkeli, yorgun bakakalır hayata...Asılı kalır, yarınlara ve özgürlüğe sakladığı yaşanmamışlıkları; darağacında...

    Özgürlüğün altında bir kent vardır, kentte koca bir enkaz ve "yırtık bir tül gibi savrulup durur zaman."....

    5 Eylül 2011 Pazartesi

    Geveze


    Geveze insanları bir türlü anlayamam, bunca kelime dağarcığı ve inanılmaz performans şaşılacak şey! Komşum bana kahve içmeye gelmişti, daha önce tanışmamıştık ve onun hakkında hiç bir şey bilmiyordum muhtemelen daha sonra ben onun hakkında her şeyi öğrenmeme rağmen o beni hiç konuşturmadı! konuşmayı özledim yanında diyebilirim(Yeter artık bende konuşmak istiyorum benimde hakkım) dememek için kendimi zor tuttum. Kahve sırasında kızını evini, yaptığı seyahatleri bir çırpıda anlattı, bana sorduğu sorulara ise yine kendi yanıt verdi:(Bende tatile gidemedim) kelimesini araya sıkıştırabildim sebebini anlatmak için uzun cümleler kurmam gerekiyordu ve biliyordum kesinlikle dinlemezdi...Zaten kendi cevap verdi:(eee eve o kadar para harcadınız artık seneye gidersiniz.) kızımın okuluyla bağlantılı olduğunu anlatamazdım imkanı yok, pes ettim ve onu dinleyerek, sabrımı ölçtüm...Ama gırtlağına sarılmak, sus artık demek istedim, bunu gerçekten istedim.

    13 Ağustos 2011 Cumartesi


    Çocukluğunu, kaybedilmiş bir yaşam, unutulmuş ve bir kenara atılmış, haksızlığa uğramış bir süreçte yaşayan arkadaşım :"kendi çoçukluğumu düşününce, o çocuğuğa çok acıyorum.Keşke o çocuğu bana verseler, büyütsem yeniden"dediğini hatırlıyorum.Kendi çocuğuna karşı verdiği sınırsız sevgi, özveri ve sabrının nedeni anlaşılıyordu.Büyüttüğü çocuk, kendi çocukluğuydu muhtemelen. Kendi acıyan, sağlıksız taraflarını iyileştirmeye çalışarak sağlıklı bir birey yetiştirmesini de engelliyordu.Sorunları ordaydı halledilmemiş birer yaraydı ve iyileşmemiş hiç bir yara onu anlaşılır ve herkeze karşı sevecen yapmıyordu.Kendi çoçukluğuna karşı gösterdiği şevkatin dışında sevgisi yoktu dünyaya karşı.
    Çocukluk süreci karakterimizi, duygularımızı ve yaşama biçimimizi etkileyen çok önemli bir unsurdur.Daha ileri yıllarda eksik tarafımızı tamamlayıcı unsurlar ararız ve seçimlerimizi bunlarla özdeşleştiririz.Yaralı olduğumuz ve geçirdiğimiz tramvalar bu günkü ilişkilerimizde, kendini ortaya koyar.İçkici bir babanın kızı, ezik sorumsuz bir erkekle bereber olmayı, aklından bile geçirmez.Yine otoriter bir annenin erkek evladı, daha yumuşak ve sevecen bir eş seçecektir.
    Geçmişi olduğu gibi kabullenip affetmek bizi ileriki yıllarda daha bir insan, daha sevecen yapacaktır.Kim olduğumuzu ve ne yaşadığımızı, eksik ve bize acı veren taraflarımızı olduğu gibi kabullenmek bizi daha anlaşılır ve güçlü kılar.Geçmişteki sorunları bu güne taşırsak, acılarına en zayıf anımızda yakalanırız ve bizi hasta eder.
    Üzüntü, korku ve acı her zaman vardır ve yaşanmalıdır.Ağlayın, küfredin, anlatın ve vurabildiğiniz kadar dibe vurun.Bir süre sonra yaralarımızın iyileştiğini ve sorunun içinizde bittiğini göreceksiniz.Tıpkı fırtınanın ardından pırıl pırıl doğan bir güneş gibi daha dingin ve sakin...

    12 Ağustos 2011 Cuma

    Göksu


    Doğadan, çimenden, topraktan ne denli uzak kalıp, kendimizi taş binaların içine hapsettiğimizden beri, mutluluk kapımızı nadir çalar oldu...
    Ben sabahları saat 6'da kalkıp göksupark'ta yürüyüş yapıyorum.Bir nevi ruhuma taktığım, mutluluk serumu gibi bir etki bırakıyor üzerimde.Sanki ormanın içinde, kırmızı başlıklı kız misali salına salına yürüyorum, baştan başa gölün etrafını..Bazen bir kablumbağa geçiyor önümden selam veriyorum.En çok kazların sabah gezintisini seviyorum.Her sabah grup halinde komşuya giden kız grubu gibi, bir telaş içindeler.Yeşil başlı göval ördek bile var, sevesim geliyor.Kendimi çoğu kez tebessüm halinde yakalıyorum ve ne kadar aç olduğumu toprağa.Gölün o sessiz ağırbaşlı hali, alıp götürüyor beni hayallere ve en son ne zaman hayal kurduğumu bile hayal edemezken!
    Anneannemi hatırlıyorum hiç bunalıma deprasyona girdiğini bilmem.İnanılmaz bir kadındı. Dağlarda bayırlarda çalışarak geçirirdi gününü.Ağaçları diktiği fideleri çocukları gibiydi, sesli severdi şaşırırdım.Akşam eve gelince yığılır kalırdı yorgunluktan, bir çuval gibi devrilirdi bir köşeye.
    Evimde çiçek yetiştiriyorum ve her gün su veriyorum çiçeklere.Hiç değilse yetiştirip büyüttüğüm bir iki yeşil dal mutlu ediyor beni...Bir kızılderili sözü der ki "ömür boyu mutlu olmak istiyorsan toprakla uğraş".Bizler alışveriş merkezlerini tercih ederek kendimizi yapay güzelliklerin batağına sürüklüyoruz.Yalnızlığa mahkum olmuşuz, sevgisiz bencil en önemliside kimsesiz ve yalnız.

    10 Ağustos 2011 Çarşamba

    Erkek kardeşlerim


    Bir kız için erkek kardeş, tam bir kabustur.Ama bir kız için iki erkek kardeş,karabasan kıvamında bir kabustur.
    Onlar için kız kardeş, tam bir baş belasıdır.Dolayısıyla dünyanın en akıllısı, en güzel, en tatlısı olamaz.SALAKTIR!çünkü.İddaya girerim ki hepsi kız kardeşlerinin, salağın teki olduğunu düşünür.
    Benim halimi düşünün, cin gibi bir erkek kardeş ve üstün zekalı bir abiye sahiptim.Onlar içinde SALAK 'tan başka bir şey değildim.
    Ergenlik dönemimde şiire edebiyata olan merakım, onlar için alay konusu olmuştu.Sakladığım şiirleri birer birer bulup dalga geçerlerdi.Hatta altın bulmuş gibi birbirlerine gösterip, araya gülme efektleri katıp, saatlerce makaraya alırlardı beni.Bazen iyice abartıp, eve gelen erkek arkadaşlarıyla bir olup, hem kendileri dalga geçer, hemde arkadaşlarının dalga geçmesine musade ederlerdi.Büyük bir zevkle...
    Bir gün Nazım Hikmet'in onların henüz bilmedikleri bir şiirini (Nazım Hikmet'i karış karış bilirlerdi oysa)kağıda geçirip, görecekleri bir yere koydum.İlk abim gördü.Hazine bulmuş gibi gözleri peltek peltek açıldı:
    -Sinan koş Ayşe şiir yazmış!
    Sinan dururmu? marş söyleyerek yürüyen askerler gibi beliriverdi abimin yanında:
    -Ne yazmış?
    Abim:
    -Çekilmez bir kadın ol..dum.. yine(Sadece adam yerine, kadın yazmıştım.)Kah..kih..hah..hoh...
    Sinanın yüzü kızarmış gülmekten:
    _Salak bu kız yaaa...
    Abim:
    -Dur dur...UYKUSUZ...AKSİ...LANET...
    Burda ikisi birden kahkahayı basıyor.Abimin elinde şiir yerde debelenerek gülüyor.Sinan ise şiirin devamını okuyor:
    -Ver..ver...BİR BAKIYORSUN AĞZIM BİR HAYVANI DÖVER GİBİ...Salak bu kız...Gülmekten okuyamıyor devamını....
    Bu duruma benim gülmem gereksede aldım elinden kağıdı:
    -O şiir Nazım Hikmet'in.
    İkisinin yüzünde birden ciddileşme oluyor bir an.Abim kıvırıyor:
    -Ha...Neee... onun mu?Ama sen yazınca komik oluyor..Haydaaa olacak şey değil!
    Gençlik yıllarım böyle geçti...Bu gün beni yere göğe koyamıyorlar.Meğer beni ne çok severlermiş.İnsan sevdiği deriyi yerden yere vururmuş sözü burdan gelse gerek.Niye yalan söyleyim onlarda benim en sevdiğim abim ve erkek kardeşim.Şaka bir yana ben onlara hiç kızamadım .çünkü ikisinide çok seviyorum..(Bu arada o yıllarda ben okulda, kompozisyon birincisiydim..Bilmezler bunu:))))

    Uçurum Treni

    Ölüm öyle kolayca anlaşılır bir şey değildir.Ben burda Zekiyenin, abisinin ardından ölüm köprüsüne kadar gidip, geri dönüşünü anlatacağım.

    Zekiye abisinin ölümünü bir türlü kabullenemez.Uykusuz geceler, bitmek bilmeyen kabuslar,uyku ilaçları, sakinleştiriciler onu iyileştirmeye yetmez.Nasıl kurşun ilk hedefine ulaştığında acı vermez, daha sonra yakar yakarsa, Zekiyeninde acısı da her geçen gün biraz daha artar ve dayanılmaz bir hal alır.Ağıtlar yakar sürekli ve hayatla bağlantısını keser neredeyse.

    Bir gün farklı bir şey olur.Her zaman ki gibi camın önünde oturmuş, uzaklara daldığı bir anda, Abi çıkagelir:

    _Zekiye bu ne hal?Zekiye şaşkın bir o kadar sevinçli:
    _Abi! der ve boynuna sarılır.Hasret sanki gözlerinde birikmişcesine, ağlamaktan abisinin yüzünü bile seçemez.
    O günden sonra hemen hemen hergün gelir abisi.Karşılıklı bir masada saatlerce sohbet ederler.Zekiye herşeyi unutmuştur acılarını, çocuklarını, ve etrafında olup biten her şeyi.Sadece abisiyle gitmek ister ve bunu her gün dile getirir.Bu baskılara dayanamayan abi, bir gün Zekiyeyi karşısına alır ve konuşur:
    _Bak Zekiye benimle gelirsen dönüşün olmaz!
    Zekiye:
    _Olmasın...
    Abi
    _Çocukların, kocan var!
    Zekiye :
    _Olsun ben seninle gelmek istiyorum.Abi
    _Tamam seni götüreceğim.Dağların yamacından bir tren kalkacak.Tren seni görünce yavaşlayacak hemen bin..Zekiye hemen kabul eder ve treni beklemeye başlar.

    Tren kara bir bulut yumağıyla dağların ardından iner çığırtkan sesiyle.Vagonların gümbürtüsü kulağı sağır edcek nitelikte.Derken yavaşlar kara tren. Zekiye koşar ardından .Vagonlardan biri açılır trenin bıraktığı rüzgar savurur zekiye'yi. Abi elini uzatıp zekiyenin kolundan çeker.Vagon, beyazlar giymiş bembeyaz yüzlü insanlarla doludur.Başlarında siyahlar giymiş upuzun bir adam beklemekte.Korkmaz Zekiye, abi vardır. Nereye gittiğinin ise önemi yoktur.Derken tren hızlanır vagonlar çarpar birbirine, kara dumandan yeryüzü görünmez halde'dir.Derken vagonlardan biri açılır abi zekiyeyi atar trenden:
    _Yiğenlerime iyi bak.Der ve kapanır vagon.kara tren ise dağlardan ğökyüzüne doğru, uzaklaşır ve kaybolur.
    O günden sonra bir daha gelmemiş abisi, bana göre ölümden dönmüş.Sevgi belkide daha büyük bir yüktür kalplerimizde..En yakınlarımızı kaybetmek bizide öldürür yavaş yavaş...

    _



    1 Ağustos 2011 Pazartesi

    Melodi


    Zeynebin en büyük hayali müzik,hayatta hiç bir şey için böyle mucadele etmedi sanırım...Bu gün, güzel sanatlar sınavı vardı ve sabah altıda da kalkıp ,akşamın yedisine değin okulun kapısında bekledi ve benide bekletti...Bunları yazmamdan rahatsız olduğundan çekinerek yazıyorum ama asıl konu benim gördüğüm Melodi adındaki kızın üzerimde bıraktığı etkiydi kuşkusuz...
    Üç kızın öğretmenim dedikleri bir bayanla herkez gibi beklemeleri farklı değildi kuşkusuz zira öğretmenleriyle gelmeleri ilginçti...Diğer iki kız sürekli hoplayıp zıplıyor ordan oraya koşuyor aralarında kıkırdıyorlardı...Melodi kendi halinde güzel gözleriyle şaşkın etrafa bakıyordu...Bir ara tanışmaya yeltendim bir hayli sıkılmıştım en iyi kankaları böyle sınavlarda bulurum nedense; Öğretmenim dedikleri bayan kızların uzaklaşmalarını fırsat bilerek kurumumuza bekleriz dedi...
    Çocuk esirgeme kurumunda büyümüş üç kızdı ve sınava onları doğal olarak öğretmenleri getirmişti gönlüm acıdı bir an ...En çok ta Melodi için ...Öyle güzel öyle tatlı ve narin ;alıp eve getirmek annelik yapmak istedim ama bu çok zor ve kimse annenin yerini tutmaz bilirim.. Sevindiğim taraf çok bakımlı ve mutlu görünmeleriydi çocuk esirgeme kurumunda büyüdükleri bile belli değildi...Valla bravo onlara gıpta ettim ve en yakın zamanda ziyaretine gideceğim...Çocuk esirgeme kurumlarının böylesine ciddi ve saygın olabileceği aklıma gelmezdi...

    26 Temmuz 2011 Salı

    kafkanın mektubu


    Geçenlerde bir arkadaşımın tavsiyesiyle K adlı bir dergi aldım ...Derginin içeriği yazarlar ve kitaplar hakkında eleştiriydi güzel bir içerik..Yazılardan biri kafkanın milenaya yazdığı bir mektuptu...kısaca milena kafkanın yazılarını çekçeye çevirirken mektuplaşmaları kısa sürede tutkulu bir sevgiye dönüşür...O güne kadar kafkayı okumadığım için çok şey kaybettiğimi düşünüp durdum günlerce aklımdan çıkmayan sözcükler beni derinden etkileyen milenaya gelen çiçeklerle olan kavgası ...Burda belirtmek istiyorum çiçeklerle olan kavgası inanılmazdı..yazarların tanrısı derken bunu içten gelerek söylüyorum..Yıllarca sinandan duyardım kafkaya olan hayranlığını ama beni bu kadar derinden etkileyeceği aklıma gelmezdi...Hayatın rengini ve anlamını görmek için insanın mutlaka sanatla ilgilenmesi gerekir diye düşünüyorum...Buraya kafkanın bir kaç satırını yazmak istiyorum...

    Demek çiçek gönderdiler sana(üzüldüm;üzüntümden ne çiçeği olduğunu sökemedim yazından)Odanda duruyor, öylemi?Dediğim gibi odandaki dolap olsaydım,güpegündüz birdenbire çıkıverirdim odandan...O çiçekler soluncaya değin dışarda dururdum hiç değilse...Hem neden bu denli sevindirdi o çiçekler seni?en sevdiklerin olduklarından ötürümü.Yeryüzünde o cinsten bir sürü var, onlarda sevindiriyormu seni...Ama bu çiçekler gerçek milena dipdiri duruyor çiçeklikte onlara dil uzatmakta olmuyor...Öyle ya :en sevdiklerin"miş bunlar!Görürsünüz, milena çıksın hele odadan ,sokağa atacağım topunuzu.

    21 Temmuz 2011 Perşembe

    Kedim Ateş

    Zeynebin elinde yavru bir kedi vardı ve eve almak için kararlı görünüyordu. Önce karşı çıktım doğal olarak hayır! dedim zira kedinin cazibesine kapılıp gitmiştim;
    -ver bakim şunu ne tatlı şeymiş bu. diyerek aldım kucağıma. Kücücük gözlerini bana dikmiş patisiyle yüzüme dokunuyordu...Çok tatlıydı.Eve getirdik ve adını ateş koyduk hemen ertesi gün alışverişe çıktık .Gerekli olan her şeyi aldık ithal mama , ithal toprak , oyuncak...Komşular gülüyordu halime bir kediye bu kadar para harcanırmı diye ...Zeynep ve muratın neşesi haline gelmişti kısa zamanda. Koridoru bir uçtan diğer uca maraton koşusuna çevirmişti...Bazen ben zeynebin odasına kapatıyordum camdan atlayıp balkondan salına salına çıkıp şaşırtıyordu beni..
    Bir gün hastalandığını , muratın ise sabaha kadar başını baklediğini biliyorum ve ben uyandığımda panik olmuş bebek şurupları ağrı kesiciler vitamin şurupları içirmiştim...Sürekli burnu akıyordu ben ise teramisin sürüyordum burnu yara olmasın diye, elini ağzını yıkıyordum sürekli...
    Nitekim bir süre sonra evde düzenin değiştiğini anlamaya başladım. evde vernel kokusunun yerini kedi kokusu almıştı.. Evimde yere düşen her hangi bir şeyi alıp yiyebilecekken artık kıl bile çıkabiliyordu...Sevgiyle ,temizlik alışkanlıklarımın arasında bir kargaşa yaşamaya başladım... Sürekli evde hijyen sağlamaya çalışmaktan helak olmuştum...Her geçen gün evin bir bireyi haline gelmesi ise ürkütmüştü beni. Bir kediye en az kendi çocuklarım kadar bağlanacağım aklıma gelmezdi. Bunu, evinde hayvan beslemiş olanlar çok iyi bilir, evden biridir o ...Acısı da mutluluğu senindir artık...
    Verhasıl bir gün kararımı verdim, kesindi kararım. Yavruyken bir aile edinebilrdi muhtemelen. Nitekim büyüdükten sonra kimse almaya yanaşmaz ve yazık olurdu kediciğe..Ne kadar sevgisi ağır bassada ben ona kendimce kötülük yapmayacaktım .Ya ömür boyu bizimle kalacak, yada şimdi aile edinmesine yardımcı olacaktım..Aklıma Pet.shop lar geldi gidip konuştum.Kabul ettiler yavru olması dezavantajdı ...Sıra zeynebi ikna etmeye gelince ki işin zor kısmıydı, kedisini bırakana kadar ağladı..Ertesi gün ziyaretine gittik camları tırmalıyordu zira çok sağlıklı görünmesine sevinmiştim..İzin isteyip çıkardık kafesinden. Zeynebi görünce oyunlar oynamaya başladı ve kuruldu kucağına.. Sürgün bitti annem geldi beni almaya, der gibi bir eda takındı ...Tabi veda vakti gelince zeynep yeniden ağlamaya başladı ben kendimi zor tutuyordum kan çanağı gözlerimi saklıyordum zeynepten ...Ateş arkamızdan baktı biz kaybolana kadar..Biz ise onu hiç unutmadık...
    Artık eve kesinlikle eve hayvan almamaya karar verdim... Alışıyor ve bağlanıyor insan bir sevgiyi daha kaldıracak gücüm yok anladım...Şimdi bir güvercin yuva yaptı camın önündeki çıkıntıya..kuluçkaya yatmış ve biz zeyneple gitmemesi için dua ediyoruz ve rahatsız olmasın diye camı bile açmıyoruz..Kedimiz aklımıza geliyor birbirimize itiraf etmesekte ...Ben, Pet.shopların önünden artık başım öne eğik geçiyorum Murat ve Zeynep anne neden bakmıyorsun deyince lafı değiştiriyorum çünkü bakamıyorum...

    18 Temmuz 2011 Pazartesi

    Kardeş Kavgası

    Kardeşler birbirlerini hem yer hemde vazgeçemez...Zira bizimkilerin kavgaları öyle böyle değildi, sıradan hiç değildi...Kaç kez babası murata fırça çekerken, zeynebin çiftetelli oynamasına şahit oldum...
    Sabah kahvaltı da başlardı çoğu zaman...
    Murat
    -Zeynep! dün seni gördüm alpler den aşşağıya doğru kayıyordun?Zeynep murata döner hışımla
    -Sen kendine bak okuldaki notlarına ..
    Murat;
    Dondurma reklamına çıkmışsın...dondurma varmı..(panda reklamından bahsediyor.)
    zeynep önündeki patates kızartmasını fırlatıyor Murata
    Bu kez ben bağırıyorum;ya çocuklar yapmayın etmeyin beni takan yok...Murat altta kalırmı peynir tabağı iniyor zeynebin kafasına...Bu kez zeynep çiğlık çığlığa koşuyor muratın arkasından terlik atıyor ,murat gülerek kapısını kapatıyor ,zeynebin yumrukları apartmanda inliyor resmen ben arkalarından, bakıyorum olacak gibi değil babalarını arıyorum telefonla;
    _Ya osman ben bunları ayıramıyorum ev kıyamet günü gibi...Bu arada zeynebin operayı andıran sesi geliyor...Sanırım osman o sırada ciddi bir iş görüşmesinde musade istiyor ;
    Abi bir dakika diyor, bana dönüp; Ver şunu telefona;veriyorum,
    -Ulan gelirsem yanınıza kafanızı patlatırım ...On dakikalık bir sırayla konuşmadan sonra sakinleşiyor ortalık ve ben bütün gün eve verdikleri zarar için temizlik yapıyorum...
    Başka bir gün pikniğe gidiyoruz
    zeynep
    -piknik çok güzelmiş
    Murat
    -Tabi beğenirsin doğal ortamına geldin...Pis pis gülüyor bu arada..tanrım kavga başladı Zeynep piknik miknik dinlemeden basıyor kalayı Murata eşimle ben zor ayırıyoruz...Zeynebin ,Muratın arkasından yaptıklarını tabi bilmiyor abisi ama yazamam neme lazım duyar muyar...
    Artık büyüdüler ikiside odasından çıkmaz oldu ve ben o kavgaları bile özledim diyebilirim...Şimdilerde kuzu sarması değiller zira büyük kavgalar yerini sükunete bıraktı..Çocuk kalsalardı diyorum bazen,büyüdükçe endişelerim artıyor...

    17 Temmuz 2011 Pazar

    yemek kursundan bir anı

    Oldum olası çeşitli kurslara giderek vakit geçirmeye çalışmışımdır...Resim kursu ,türk halk müziği korosu,yemek kursu...Çok ilgi alanım değildi hiç biri ,benim amacım toplum içine girmek sosyal olmak,öyle evde vakit geçirmeye çalışan sıradan bir kadın olamadım... Zira olmak isterdim ...
    En ilginç olanı kuşkusuz yemek kursuydu muhtemelen yemek yapmayı sevmeyen biri için..Hocamız sert hatta bütün gün bizim canımıza okuyan evlenmek için yaratılmamış ilginç bir bayandı...kuşkusuz mutfak konusunda bize çok şey kazandırdı...Benim hızlı eli çabuk olmamdan çok memnun olduğundan başkan bile seçmişti ...
    Bir gün ,iki renkli çorba yapmayı öğretti bize ve ben akşam tüm hünerimi eşime göstermeyi planladım...Malzemeleri aldım iki tencere çıkardım ve her ikisinede ayrı renklerde çorba yapıp rondodan geçirdim...Akşamın yaklaştığı vakitlerde ise diğer yemekleri pişirdim..Her zaman olduğu gibi eşim eve geldiğinde hazırdı yemekler hemen salona aldım sofrayı görmemesi için...Tabakları hazırladım ve tencerelerin başına geçtim..İki kepçe kullanmam gerekiyordu...Her kepçeye ayrı renkteki çorbayı koyup tabağa aynı anda boşalttım başarmıştım yarısı turuncu yarısı yeşildi çorbanın,en son üzerini süsleyip çağırdım eşimi...
    Şöyle bir kuruldu sofraya ekmeğini böldü kaşığı eline alıp çorbayı dönyanın dönüşünü anlamaya çalışır gibi karıştırmasın mı *****Öyle bir bağırdım ki korktu kaşık elinde bana bakıyordu şaşkın şaşkın;
    -ne yaptın niye karıştırdın çorbayı...dedim...bana verdiği cevap;
    -ne yapayım karışmamış...Demesin mi..
    - ben iki saat uğraştım onu yapmak için dedim... hala bana bakıyordu... O gündür bu gündür iki renkli çorba yapmadım ...aklıma geldikçe gülüyorum boşa harcadığım zamana...

    16 Temmuz 2011 Cumartesi

    koma

    Annem gözlerini belli bir noktaya dikmiş bakıyordu...Saçlarında ki can yitip gitmiş, elleri taşıyamaz olmuş, bırakmıştı zamanın ötesine...Bağırıp çağrışmalar ,onca gürültü etkilemiyor gibiydi kalbini...
    Anne anne ne oldu sana?
    dedim...Duymadı...Çocuklarının olduğunu unutmuştu,bizi unutmuştu,hatta kendine bıçak çeken adamıda...
    Yatırdılar ve günlerce uyudu,tek kelime etmedi...Bu halini istemiyorduk üçümüzde, gülsün konuşsun bizi azarlasın istiyorduk...Gülmeyi konuşmayı ve yemek yemeyi unutmuştu...Boş bir pencereden nereye baktığını bilmeden bir çocuk gibi aciz...Düşünüyordu...
    Anneannem yas tutuyordu,
    Elleri kırılsın altı üstü çocuklar kavga etmiş, ne vardı bıçak çekecek, kalk sabiha karakola gidiyoruz..Gittiler... ama gittikleri gibi geri geldiler..Köyün muhtarı dayım olaya mudahale edip annemi ve anneannemi yollamalarını söylemiş...Dayım sevmezdi annemi, bıçak çeken adamı sevdiği kadar...
    Annem artık uyumuyordu ama gülmüyordu da hatta hiç konuşmuyurdu, belli bir noktada takılı kalıyordu gözleri... ,Delilerin söylediği sözlere benzer birkaç laftan başka kelime konuşmuyordu...
    Bir sabah beni çok sevindiren bir şey oldu ,güneşin doğuşu gibiydi teyzemin köye gelişi...Oysa bilemezdim annemi bizden ayıracağını,annemin boynuna sarılıp ağladıktan sonra;
    -Hadi ana hazırla ablamı ben götürüp bakacağım ona ...
    Bir ara bizide götüreceğini düşünüp sevinmedim değil..Ama öyle olmadı,sinanla ne kadar yerde debelensek ağlasakta,giden arabanın arkasında bakakaldık,annem bize el bile sallamadı çünkü hala bizi hatırlamıyordu...
    Ben arabanın peşinden bir süre koştuktan sonra, belli bir noktada pes ettim,çiçek toplayarak karıncaları kolumda gezdirerek döndüm eve ...Sinan dönmedi... Tanırdım sinanı... Dönmek için benden daha fazla yol gideceğini ve yenilgiyi kabul etmiyeceğini...Herkez sinanı arıyordu bir telaş almış yürümüş ben ise bulunması için dua ediyordum,sinanı kaybetmek annemden daha çok acı veriyordu,oldum olası sinana karşı aşırı bir düşkünlüğüm vardı...
    Akşam olmak üzereydi bir ara evin önünde bir araba belirdi içim heyecanla dolmuştu ,annem gelmişti hızla koştum ama sinandı gelen ...Adam gölbaşı yolunda tanıyıp getirmiş. Görmesem Ankaraya doğru gidiyordu dedi...
    Günler haftalar ,hatta aylar sonra geldi annem...O yıllarda telefon olmadığı için hep süprizler çalardı kapımızı...Annem de süpriz olmuştu...Sokakta dilekle oynarken bir dilek dilemiştim hatta paylaşmıştım arkadaşımla...;En büyük dileğim annemin gelmesi ,eğer gelirse allahım hiç üzmiyeceğim ,hatta bakkala git desin hemen gideceğim...demiştim...Oyun bitip te eve döndüğümde annemi divanda otururken bulunca koşa koşa dileğin evine koşmuş hızlı hızlı kapısını çalıp;Biliyormusun annem geldi deyip hızla koşmuştum eve...Çocuklar her yere koşarak gider...
    ,;
    Annem artık hatırlıyordu bizi,Teyzemin yanında altı ay süren bir tedaviden sonra hayata gözlerini yeni açmış gibiydi..Günlerce teyzem ona geçmişini ve kim olduğunu anlatıp durmuş...Eski haline dönmesi yıllar aldı...Anneme bıçak çeken adamın cezası ise sanırım Allaha kaldı....

    14 Temmuz 2011 Perşembe

    şehitler ölmez

    Öncelikle şehitlerimize saygı duruşuyla başlamak istiyorum söze...Bu satırları ellerim titreyerek gözlerim kan çanağına dönmüş ve içimde tarif edilemez bir acıyla yazıyorum...
    Kimin eline ne geçiyor bu mantığı anlatın bana ,anlatın ki ben ikna olayım...yavrularımızı madem şehit verecektik bu vatana ne diye bu topraklar üzerinde hayallerimiz ve umutlarımızla yaşadık...Aynı vatan içinde birbirimizi katletmeye kimin gücü yetiyor ki bunca kan gözyaşı niye...Evlatlarımız için bin vatan kurban edecek kadar yüreğimiz varken ,dağdakini indirmeye gücümüz yetmiyor...kızmak ağlamaktan Eşkiyayı suçlamaktan başka yapacak bir şeyimiz yok mu...Bölücü bir milletin topraklarında can güzenliğimiz bile yokken bu çaba bu telaş niye...Binlerce parçalarına bölünmüş bir vatan da kim olduğum kaygısı yaşıyorum ...Kime uzatsam elimi başka bir örgüt başka bir kültür...Çocuğuma anlatamıyorum kim olması gerektiği inancını çünkü ben bilmiyorum her şeyden önce...


    Durdurun bu katliamı ..Durdurun ki ...Bir baba evladını kendi elleriyle okula götürsün..durdurun ki kızının kep töreninde mutluluktan ağlasın...bir ana kara toprak yerine evladını bağrına.bassın..Bir çocuk bir resimle değil babasıyla büyüsün...mezarlarda kanlı gözyaşı yerine düğünler bayramlar olsun...Bu vatan bizim ,hepsi de bizim evlatlarımız...

    Dayım

    Dayım...Hacettepe mezunu...Her zaman elinde kitapları başı öne eğik ,hayatı dalgalı denizlere benzer...Herkezin en sevdiği...Anneannemin kıymetlisi... ..
    ...komik adamdır dayım...Annemi yıllarca güldüren bir anıyı anlatmak isterim tam bu noktada...
    Yine kardeşlerin köyde toplandığı bir yaz günü bahçelere gitmişler..Doyasıya zerdali yemiş bol bol gülüşmüşler tabi o arada annemin dikkatini hiç olmamış bir zerdali çekmiş ve sormuş dayıma;Naci?bu zerdali neden olmamış gömgök duruyo...Dayım dururmu yüzünde alaycı bir ifadeyle;Ha o mu ?...o yılın zerdalisi seçildi!!Tabi annem basar kahkahayı ve bize binlerce kere anlatır ve bizim artık gülmediğimize aldırmada hah hah yılın zerdalisi dedi Naci diye cümleyi bitirir...
    Köyde kalırdı yazın... Kahveden çıkmazdı..
    . Birgün eline sopayı almış,kediye doğru bakıyo...Kedide ona ,birden gel seni bir seveyim demez mi...Ama biz Neşeyle Dayımı ayakta uyuturduk...Sigarasız kaldığımız günler dayımın paket paket sigaralarına göz dikerdik...İçeri girdiğinde ;Neşe şu sigaraları koy büfeye... Bak saydım der ama büfeye gidene kadar biz tandırın arkasına atmış olurduk... İçeri girip saymaya başlardı...Bir iki üç...Biz ağzımızı tıkardık gülmemek için..Yine bir gün bize çay vermediler ...bizde neşeyle gidip çaydanlığa tükürdük onlar afiyetle içerken çayı, biz gülmemek için aklımıza en kötü anılarımızı getirdik..Ama ohhh çayda ne güzel olmuş deyince gülmemizi tutamadık..Anladılar tabi..
    .
    Dayım iyi insandı...Hayatı dalgalı denizlere benzer..Herkezin en sevdiği...Anneannemin kıymetlisi...

    13 Temmuz 2011 Çarşamba

    köyüm

    Çocukluğumun büyük bir bölümünü kapsayan bu ev, ne çok hatıra taşır ve ne büyük bir anlamı vardır...ilk sevgiliyi özlemek ve delice severken ayrılmak gibidir...
    Dedem yıllar önce öldü. Anneannem bu köyde yalnız yaşardı...Her bayram toplanırdık tüm akrabalar.Teyze kızları dayımın oğulları hepimize yetecek arkadaş,teyze dayı.Hayatımın en mutlu günleriydi, tezek kokusunu yıllarca köy kokusu sanıp içimize çektik.Anneannem ilginç kadındı,bütün gün çalışır eve gelince yığılır kalırdı...Ev bize kalırdı köy akşamlarında ,çekirge sesleri eşlik ederdi geceye, düşlere dalar giderdik yıldızlara bakarak..Sinan yıllarca köyün çeşmesini kocaman sanıp yanılmış, geçen gittim küçücükmüş diyor...Anneannem,eline bal sürüp beklerdi sinekler konup ölsün diye...Bütün gün sinek yakalardık kutu kutu, bazen yakardık... Bütün çocuklar gibi bencil ve caniydik...Ne zaman köye gidecek olsam bahçelere geldikmi; içim cız eder... Bir heyecan kaplardı içimi...O sedir, kilim kaplı yerler,yer minderleri büyülü bir masaldı benim için...hiç bir yeri, köyüm kadar sevemedim..

    11 Temmuz 2011 Pazartesi

    dayıma mektup

    Seni ne zaman görsem hayran olurdum,öyle heybetli yürüyüşün,sert mizacın ,hafif göbekli zengin duruşun...Tamam bu kez benimle kesin konuşur, der ve beklerdim.Nitekim yüzüme bile bakmazdın..Babam çok küçükken öldü..beni çeken o baba duruşundu..sevmezdin bizi bilirdim çünkü hiç ilgilenmezdin...başka bir açıklaması yok kayıtsız kalmanın.. Sevginin karşıt anlamı olduğunu, bilmezdim o yaşlarda...İlgisizliğin...Sadece bayramlarda elini öpebilir ve yüklü bir bahşişi kapardık..Benim düğünümde ağladığını söylediler dayı neden ağladın kendi sorumsuzluğuna mı..bu kadar küçükmüydü senin yüreğin.yer kalmadı bize...
    Artık beni hiç görmesende incilmem ben evlendim ve artık öksüz değilim...

    4 Temmuz 2011 Pazartesi

    Ergenle yaşamak

    İlk anne olduğum gün hayatta her şey anlamını yitirmiş o küçücük parmaklara odaklanmıştı tüm benliğim..daha önce söyleseler inanmazdım sabahlara kadar ayağımda sallayacağım bu küçük yavruyu..Biraz büyümeye başlayınca daha bir tatlanmış kucağımdan inmez olmuştu.bir melekti tanrının bir armağanıydı.büyüyüpte ergen olana kadar durum böyleydi.ilerleyen günlerde günlerde hiç te melek olmadığını anlamıştım..
    Bir ergenle yaşamak bu kadar zor olmamalı tanrım kabus bu..hayatta yaşadığı tüm sorunları bana mal ediyordu..Her şey benim şuçumdu o na göre..trafikte en ağır en tahrik edecek kelimeleri kullanıyordu ..Hatta bu sebepten bir kez kaza yapmıştım..Ne alırsam alayım yinede bir şey almıyorsun diyerek beni üzüyordu..ona göre benim bir hayatım zevklerim olamazdı..yaptığım her şeyi eleştirip üzüyordu beni..ne zaman çarşıya gitsek kavga çıkarıyordu..kendine hiç yakışmayan şeyleri almaya çalışıyor beni yaralamak ve üzmek için elinden geleni yapıyordu..Hiç unutmam bir gün kendimi camdan atmak istemiş hatta çıkmıştım cama; o da çıktı ..ikimizde ölebilirdik..
    Bu günler geçecek mi bilmiyorum.Son derece anlayışlı ve yumuşak bir anne olmama rağmen işin içinde çıkamıyorum.dünyanın en zor mesleği çocuk büyütmekmiş. Yaşayınca annemin ve bana emek verenlerin değerini anlasamda...Zor dostum zor..
    yine bir gün çarşıda telefoncuya girdik ve her zaman olduğu gibi sudan bir sebeple tersledi beni..O arada kızımın yaşlarında tıpkı ona benzeyen bir kız vardı; yanında da annesi ve babası sustalı maymun gibi dikiliyorlar ve bana bakıp..Hepsi aynı bunların demesinmi..rahatlamıştım nitekim..sadace benimki değildi..bende onlara acıyarak baktım ve;geçecek bu günler ..dedim..karşılıklı gülüştük ağlanacak halimize..